27 Ekim 2010 Çarşamba

Balkanlardan gelen soğuk hava

Dık dık dık eyi günler, dık dık dık eyi günler hihihihi... Evet bu şakalı espriyle açılışı yaptıktan sonra Sofya günlüklerimize kaldığımız yerden devam edelim dostlar. (Bence kimse okumuyor da, ben yine de izleyici varmış gibi yapayım, daha motive yazıyorum. Orda mısınız lan?). Blogda bir takım yeniden gözden geçirmeler yapmaya karar verdim efenim, o yüzden de bi süredir yazmıyorum. Zaten "yazacak" pek bişey de yok.



IFAGien (komik geliyor bana bu laf IFAG'lı demek için, sanki bir canlı türü gibiyiz resmen) hayatıma bayağı adapte oldum sanırım, sabah 7'de kalkmacalar, sandviç meyve, meyve suyu filanlı sabah kahvaltıları, sonra Mbaye dostla odadan çıkıp genelde otobüsü beklemeye gelen ilk insanlar olmamız. Tabi saat 7'de uyanınca halen gece oluyor dostlar, kaldığımız yerde hesaba katıldığında kendimi adeta bir işçi gibi hissediyorum. Sanırım komünist hükümet bütün bir ruh halini vermek için böyle inşa etmiş bu binaları. Bu haftasonu saatler ileri mi geri mi artık biyere alınıyor da ben hiç anlamadım hayatım boyunca bu işin nasıl olduğunu, sonuç olarak uyandığımda karanlık olmıcak heralde ama bu sefer de akşam okuldan dönerken karanlık olacak. Neyse öğleden sonraları pek dersim olmuyor. 1-2 gün sanırım, bir ingilizce bir enformatik tadında. Enformatik de excel olarak bayağı ilginç şeylere girdik yaa, işallah unutmam yeniden, baya kullanışlı gibi. Ooo süper bilinçli öğrenci insanı oldum da İngilizce için aynı şeyi düşünmüyorum ya, mal kadın dayadı gramer sınavını 80 alırsan muaf oluyon dersten, arkadaş Toeffl'dan koymuşum çocuğu bıraksana beni almak istemiyorum dersi, grupları da mal gibi saçma sapan kurmuş, bakalım ders nasıl olacak ya. Vallahi baktım olmuyor girmem yaa yerim "zero absence, zero retard" felsefesini. Neyse haftaiçi böyle geçiyor işte dostlar, sabahtan okula gitmece dersim yoksa öğlen orda yemek yeyip dönmece. Ama burada zamanı pek etkin kullandığımı hiç ama hiç söyleyemem. Çünkü dersimin olmadığı öğle sonraları gelip 3-6 arası uyuyorum, sonra da kalkıp mal mal takılıyorum öyle, genelde hafta içi içmeyelim yaa geyikleri daha ilk günden yalan olup bir anda kendimizi bira içerken buluyoruz. Ya da işte varsa şöyle yalandan derslere bakıyoruz. Dersler de o kadar zor değil de, edebiyat filan okuyunca herkes pek anlamıyorlar. Genelde sürekli grup ödevi yapmaca, gruplarda sözüm geçiyor biraz, daha rahat bir konumdayım. Hafta sonu genelde grup toplantılarımız oluyor da genelde Cuma günü fena halde içip dağıttığımızdan cumartesi günleri salak tadında oluyorum. Sonra pazar günü de öyle belki dolaşmaca, hep beraber kahve içmeceler tadında. Sonra yeniden hafta başlıyor. Arada fırsat bulursam işte çeviri yapıyorum, çok nadiren kitap okuyorum (malesef!) filan...

Evet yazımın bu ikinci bölümünde de Sofya üzerine birkaç kelam daha etmek isterim sevgili dostlar. Sofya'nın bana en ilginç gelen yanlarından birisi etrafının cidden dağlarla çevrili olması. Yani kelimenin tam anlamıyla şehrin dört bir yanını böyle koca koca Shining filmi dağları çevirmiş. Bulutlar sislerle filan garip görünüyor, hava açık olduğunda da ağaçların garip yeşili sarısı -bilhassa sonbaharda- birbirine karışarak hoş bir manzara ortaya koyuyor. Zaten Nazım Hikmet'in dediği gibi Sofya'da ağaç duvardan önce, bayağı yeşil bir kent. Ama yakında buraları da tahrip ederler gibime geliyor, öyle ki Sofya'da daha altyapı, inşaat filan bakımındna yapılması gereken çok şey var. Şehir artık 'modern' olmak istiyorsa eski elbiselerini atmalı üzerinden, genelde merkez tamamen yenilenmiş gibi, ama çok az dışarı doğru çıkınca binaların halini görüyorsunuz, dökülen mahalleler, eski evler, garip yerler... Ben tabi biraz daha şehir dışına doğru kaldığım ve burası öğrenci şehri olduğu için aşağı yukarı 8 katlı apartman bloklar yükseliyor, ama hepsi fena durumda yani buralar çok fazla süremez gibi geliyor bana, tamamen elden geçirilmeli, yenilenmeli. Hatta Jenya buraya "post-apokaliptik world" diyor, genelde olduğu gibi ona hak veriyorum. Haftasonu çevrede biraz dolaştık, yeni binalar gördük filan, resmen bir anda yeni fetişisti oldum. İstanbul'a gelsem aceba nasıl değişirim diye düşünüyorum yaa...

Öte yandan Kiril alfabesine biraz aşinalık sağladım, birkaç harf gayet farklı okunuyor (Mesela H, N olarak; ya da P, R gibi...) diyorum ki istanbula gitsem kimbilir nasıl okucam tabelaları. Burada resmen okumayı söken çocuklar gibi oldum görseniz, geçerken tabelalarda ne yazdığını heceleye heceleye okuyorum. Mesela restorant şöyle yazılıyor: PECTOPAHT. Bu yüzden İstanbul'da komik şeyler gelebilir başıma. Restorant demişken hani ilk zamanlarda yaa Bulgar yemekleri çok güzel filan diyordum yaa, aslında halen aynı düşüncedeyim ama birkaç sorun var. Birincisi yemekler çok yağlı, yani çorba pilav ya da başka bir yemek al, tadı güzel de yemekte resmen yağ görünüyor yaa, bazen insana ağır gelebiliyor bu yüzden de... İkinci sorun, yemek porsiyonları: inanamazsınız yani bir porsiyon yemeğin ne kadar büüyk olduğuna yaa, genelde ben bitiremiyorum tek bir tabağı mesela öyle düşünün, çok da beğeniyorum ama olmuyor yani, çok fazla. Ama şimdiye kadar gerçekten beni dumura uğratan şey haftasonu gittiğim Çin lokantası oldu dostlar, merak ediyordum nasıllar filan diye, neyse dolaşırken Jenya'yla girelim dedik. Çok da aç değiliz, ben bir tavuklu, sebzeli filan pilav seçtim, aceba daha alsam mı diye düşünüyorum, Jenya da, sağolsun lokantadaki Bulgar amca Rusça bildiği için bayağı onla muhabbet filan edip bayağı tradisyonel bir plat söyledim dedi. Yemek bir geldi, bak abartmıyorum cidden 1 kilo tabak, gözlerime inanamadım, arkadaş Çin restoranı lan, hani bunlar ufak tefek filan az yemeleri gerekmez mi? Biz tabi yemeklerin ancak 5'te 1'ini filan bitirebildik. Sonra kalanını da amca bari ziyan olmasın ben size bunları paket yapayım götürün evde yiyin çocuklar dedi. Elimizde memur gibi sefer tası tadında poşetlerimizi alıp yurdumuza döndük biz de. Sonra bi 5 kişi filan yedi yemeği yani, resmini çektim de ne kadar belli oluyor bilemiyorum.

Bu aralar bayağı bir İstanbul lafı ediyorum, ama cidden özledim yaa memleketimi. Hatta bugün duygusal şiirler bile yazdım, gerçi Orcan gıcık oluyor buna da, ne yapalım arada karalıyoruz bişiler benim hoşuma gidiyor şahsen. Birkaç gündür bir iyi, bir kötü olmaktan hava durumu gibi oldum. Ne yazık ki nasıl olacağım hakkında haftalık tahminler yapılamıyor dostlar, adeta İstanbul'un havası gibiyim, hiç güven olmuyor bana. Dersler İşletme-1 gibi olunca ben de tekrar 17 yaş triplerine mi girdim nedir, bilemiyorum. Ancak "Perşembe günü -yani yarın- kar yağacak" söylentileri beni gerçekten üzüyor dostlar, Ekim'de kar yağarsa Ocak'ta filan ne olur lan burası? Geçen çamaşırlarımı yıkattım, onları almak için dışarı çıktığımda, aşağıdaki dönerci abiden döner alırken muhabbet filan ediyoruz, Çok soğuk yaa, dedim, bu da bir şey mi yaa sen yeni geldin heralde kışın buralar eksi 20 derece oluyor dedi. Şu an için bu laflara inanmak bile istemiyorum dostlar, başa gelince çekilir diyerek arabesk havalar bağlıyayım.

Velhasıl böyle dostlar, soğuk havalar Perşembe gününden itibaren Balkanlar'da etkili olmaya başlayacak ama sağolsun bilgisayarımın hava tahminleri haftasonu için 16 filan gibi rakamlarla bayağı iyimser olduğu için beni mutlu ediyor. Aman ne diyelim, "Havalar nasıl olursa olsun, bizim havamız güzel olsun" demi şekerler. Öptüm, bayyyy...

21 Ekim 2010 Perşembe

Alors on dance?


Bir Sofya Günlükleri'nden daha merhaba sevgili izleyiciler. Açıkçası artık pek vakit bulamıyorum blog yazmaya. Zaten sanırım insanlar da biraz sıkıldı okumaktan (okuyorlarsa tabi :) Neyse işte zaten amaç arada takılmaktı blogta, bir de size burdaki hayat nasıl filan ondan biraz bahsetmekti. Herhalde edebi karizmatik filan konuşmak istesem "Deneyimleri paylaşmak" derdim. Şimdi biraz son günlerde neler yaptığımdan bahsedeyim.

Pazar sabahı 6:30'da uyandım dostlar, evet! Yakınlardaki (ne kadar yakınsa 2 buçuk saat filan burdan da) Rila Manastır'ını görmeye gittik, bildiğiniz okul gezisi tadında. Açıkçası sabah bu kadar erken kalkıp, sadece yol parası 21 leva ödeyip filan çıktığım bu gezi beni hiç de tatmin etmedi. Yani böyle yapıların tarihi, kültürel filan önemini anlıyorum da Turistik açıdan bana biraz pazarlama gibi geliyor sadece. Manastır 9. yüzyılda içindeki inancı bulmaya/yaşamaya giden bir rahip tarafından dağın tepesinde bir yerlerde inşa edilmeye başlamış. Bulgarların Hristyianlığa geçmesi açısından önemli filan. Adam 9 yıl dağda tek başına, öyle mağarada filan yaşamış, sonra da yavaştan bir manastır inşa etmeye karar vermiş, sonra onun takipçileri filan bitirmişler manasıtırı. Yani bir yandanBulgarlar için mabed gibi dini önemi olan bir yer, öte yandan bölgedeki Osmanlı hakimiyeti boyunca da Bulgar dili, kültürü, dininin korunması açısından adeta bir korunak olarak görülmüş. O yüzden bir diğer önemi kültürel ve tarihsel. Ama ne bileyim bu duyguları bir turistin sadece bu manastırı gezerek hissetmesi pek kolay bir iş değil. Dolayısıyla binanın mimari özelliği, içinde yer aldığı doğa, orada yapılabilecekler filan insanın ilgisini çekebilir. Yani 3 saatlik yol gidip, 2-3 saat orada hadi siz takılın dedikten sonra öyle manastırı biraz gezip, ormanda dolaşıp bişiler yeyip dönmek ve bir pazar günü ve grupçanak pek beni mutlu etmedi açıkçası. Neyse sonra dönerken yaa keşke Rus arkadaşlarımla takılsaydım diye hayıflanıyorum, bir yandan şehir merkezine vardık ama telefonlarını almayı sürekli unuttuğum için arıyamıyorum napıyorsunuz diye. Sonra Allahtan aynı otobüste karşılaştık da bende bir mutluluk hasıl oldu, beraber oturduk bişiler içtik filan. Kızlar çok sympa, heralde burda en iyi anlaştığım ve beraberken en çok eğlendiğim insanlar onlar o yüzden de tanıştığımız günden beri sürekli muhabbet etmece, dışarı çıkıp içmece filan gibi faaliyetlere katılıyoruz. En güzeli tabi sigara arkadaşım olmaları, odada sigara içmediğimden dışarı çıkıp tek başıma kalmak yerine onlarla hep beraber geiyk yapıp sigara içerek muhabbet edebiliyoruz. Neyse bu kadar iyi kalpli değilim tabi ki, yani saf değilim, kızlardan birisini çok beğeniyorum ismi Jenya diye okunuyor da Rusçası biraz daha karışık filan. Burada detayları vermicem tabi size, ama listemde bir numaraya oturdu diyebilirim. Bakalım fikstür belirlendikten sonra sonuçlar ne olacak?

Başka neler yaptım? Dersler muhteşem yaa, 1 hafta boyunca aynı ders, sonra bir grup projesi sonra sınav tadında, her hafta patlatıyorlar. Allahtan informatique gruplara bölünmüş de 1-2 öğle sonu dersim yoktu eve gelip dinlenebildim uyudum filan... Bu arada sağolsun hocalarım çok iyi davranıyorlar! İngilizce'den tabiki muaf olamadım, bize Oxford diye gayet dandik bir gramer sınavı verip 80 üzeri alan geçiyor dedikleri için ne hikmetse geçemeyip 2. gruba yerleştirildim. Bayaa gıcık oldum yaa bakalım dersler nasıl olacak, baktım sıkılıyorum gitmicem yaa, naparlarsa yapsınlar vallahi! Neyse kızdım biraz. Onun dışında muhteşem Fransızca Excel'e giriş yaptık informatique dersinde. A klavye, Fransızca ders takılıyoruz. Allahtan ben biraz anlıyorum bu konuları da, yoksa sınıfın çoğu Fransız dili ve edebiyatı mezunu ve bu derslerden ne anlıyorlar cidden merak ediyorum...



Bu arada birçok arkadaşım çektiğim resimlere bakıp ollum burası Sofya filan değil dediler. Bence de bi garip ya burası bayaa, mesela geçen gün şimdi bizi her gün Sofya İETT'den bir otobüs gelip alıyor ve okula götürüyor tamam mı? İşte sağolsun Bulgarlar şoföre abii gelmeyenler var beklicez, şu saatte gidelim filan demeye üşeniyorlar. Ben de öğrendim az-biraz bulgarca, olmadı ben söylüyorum. İşte geçen gün şoför bişiler soruyor, ortalıkta bulgar yok tabi, bizim Afrikalı dostlar da şaşkın çaresiz bakınıyorlar, gittim ben konuştum adamla. Dedim böyle böyle biraz daha beklicez. Ama sorun şu :Ben bulgarcayı konuşabiliyorum ama anlayamıyorum. Bi kağıt var öğrencilerden biri imzalıyor, tamam bindik deye... Neyse Başak kağıdı imzalanması gerektiğine karar verip aldı attı imzasını adam bişiler soruyor bu arada, ben de bulgar dostlara ya bi dakika baksanıza dedim. Adam meğerse Türkmüş, Başak diye imzayı görünce "Aaa sen Türk müsün?" dedi Başak'a. Ben de dedim ki Bulgarlara tamam yaa gerek yok size, abi Türkmüş biz hallederiz diye.... Ha ha ha, işte böyle dostlar. Sonra dün mü ne bişiler içmeye dışarı çıktık, hemen yanda süper ucuz bir kafe var, bira filan içiyoruz. Televizyonda Bursaspor-Manchester maçı filan var. Etrafta zaten 3-5 Türk restoranı/kafesi yakın filan. Rakı istesen var, ayran desen her yerde, yemekler Musakka, işkembe çorbası filan... Pek gurbette değiliz gibi yani burada. Ama dün Jenya'ya Nazım Hikmet şiirlerinin Rusçasını ararken işte bloguma koyduğum "Sofya'dan" şiirine rastgeldim de bir fena oldum. Bir gün belki ben de Sofya'yı anlatan bişiler yazarım filan... Neyse ben bir yandan böyle Rusça filan öğrenmeye/anlamaya çalışırken Jenya da sağolsun Türkçe öğreniyor. Seni seviyorum ne diye sorumuştu söyledim o da Rusçasını söyledi de unuttum gitti tabi. O da unutmuş da gidip Kazak kıza sormuş, o biliyormuş nerdense filan saçmalıklara gel. Sonra bugün sağolsun üzerimde telaffuz denemeleri yaptı. "Ben seni seviyorum" diyerek gerdi beni de hangi contexte te diyemedim utanıp. Tabi onun kankası Luba sürekli yanımızda olunca olmuyor da neyse. Yarın sanırım derslerden filan sonra, biraz dinlenip Tekila gecesi yapıcaz, şaka gibi şişesi burda 8 leva da!!! Haydi çav çav hacıboylar....

20 Ekim 2010 Çarşamba

Nazım Hikmet - Sofya'dan

SOFYA'DAN

Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.

Dünyayı sensiz dolaşıyorum,
Böyleymiş kaderim,
Elden ne gelir…

Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel.
Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,
Hele kavak,
Nerdeyse odaya girip
Kırmızı kilime oturacak…

Sofya şehri, büyük mü?
Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil,
Anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor,
Sofya büyük bir şehir…

Burada akşam deyince dökülüyor sokağa millet,
Çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı,
Bir gülüşme, bir uğultu, bir gürültü, bir kıyamet,
Bir aşağı, bir yukarı,
Yan yana, kol kola, el ele…

İstanbul’da da Şehzadebaşı’nda ramazan geceleri
- Sen o devre yetişmedin Münevver -
piyasa edilirdi tıpkı böyle.
Yok… Geçti o geceler…
Şimdi İstanbul’da olsam
Aklıma mı gelirdi onları aramak?
Ama İstanbul’dan uzak
Her şeyini arıyorum.
Üsküdar Cezaevi’nin görüşme yerini bile…

Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Bilmediğin gibi ağırladı beni hemşerilerin.
Doğduğun şehir kardeş evim bugün.
Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor.

Şu gurbetlik zor zanaat zor…

24 Mayıs 1957, Varna

16 Ekim 2010 Cumartesi

Onlar bunlar şunlar

Meir hay ba Is than boulll!!! Evet Eurovizyon gibi giriş yaptıktan sonra biraz bişiler yazayım dedim yaa. Birazdan Deuxiéme randevu olduğu için, duş aldım, giyindim, süslendim oturuyorum. Bugün dersim yoktu yaa, gerçi pek bişe yapmadım ama, bir anda buradaki atmosfer beni darladığı için her gün sabah 9 akşam 5 ders modundan biraz olsun kurtulunca sevindim. Gerçi informatique dersi için sağolsun hoca beni mühendis, ekonomist gibi kişileri koyduğu 4. gruba koymuş ama napalım artık. Perşembe günü resmen hayattan soğudum dostlar. İki günlük jeux d'entreprise oyununu 2. bitirdikten sonra bünyeler bir memnuniyet havasına girmişken 8 saat İşletmecilik, Sorumluluk, İş Etiği filan gibi konular -ki hem biliyorum, hem de üçbeş ders almışım- beni canımdan bezdirdi. Adam sağolsun bitürlü sunum için gerekli hazırlığı yapmadığı için, o boktan sunumu açana kadar canımızı sıkıyor. Yaptığı da bişe yok haa bizim elimizde zaten sunumun çıktısı var, onları okuyor bişe anlatıyor. Yani pratik olarak sunumun hiçbi katkısı yok. Hocamız sağolsun sıklıkla aslında sunumun burası pembeydi filan gibi açıklamalar yapıp teknik olanaksızlıklardan şikayet ediyor filan. Neyse artık dersin son saatlerinde ben patlıcam sıkıntıdan, molalarda sigara içiyorum, insanlarla geyiğe filan vurmaya çalışıyorum ama dedim yokk yaa yanımdakilerle geyik yapıp dersi bölücem ya da direk hocayla geyik yapıcam. Nasıl olsa ikisini de Fransızca yapmak zorundayım.

Dostlar yazının ilk kısmını dün çıkmadan önce yazmıştım da sonra devam edemedim öyle kaldı filan. Neyse işte perşembe günü bayaa sıkıldım, akşam bişiler içip uyumak istiyordum. Bu planda pek başarılı olamadım ama sonra artık bizim için adeta bir dizi setinden farksız hale gelen -her akşam ordayız çünkü, başka yer yokmuş gibi- Mona Roza'ya gittim, normalde beni Majdi dost aradı gel diye de, gittim o yoktu, bizim diğer Tunuslu dostlar var, bi tane de Cezayirli çocuk. Neyse onlarla içtik filan. Ben bi Amstel, bi Heineken alarak bira konusunda önemli bir adım attım. Sonra gelip yatmacalar. Cuma günü ders yok şahane şekilde, 11 civarında kalktım, biraz çeviri yaptım filan... Sonra yine Mona Roza'ya bu sefer kahve içmeye gittik, Başakla yolda Litvanyalı -en güzel olan- kızı da görüp onu da çağırdık, oturduk, takıldık filan. Akşam zaten milletle takılmaca diye, döndük biraz kitap okuyup dinlenmeye çalışmaca... Sonra çıktık işte nereye gideceğimizi kimse bilmiyordu. Neyse yakındaki bir yarı bar yarı gece kulübü bi yere gittik, fena bi yer değil ama Sofya standartlarında pahalı filan. Vodka portakal 5 leva, bira 4 leva filan. Neyse ben 2 votka, 2 bira bir de Wajdi dostun ikram ettiği -adını sonradan öğrendim, aftershockmuş- bir shotu içtim. Bayağı da bi sigara içtim tabi yine. Biraz dans filan ettim ama ortam beni yine darladı. Yaa anlamıyorum sanki bara gitmenin tek amacı insanların birbirlerine yazması gibi, herkes kız kapma peşinde. Mbaye dostun çok yerinde tabiriyle adeta bir "chasse", ayrıca nasıl bi grupsak neredeyse her kıza bir zenci düşüyor arkadaş. Adamlar bir garip, barda "Anne ben ırkçı oldum" diyecektim ya resmen, hani Rus kızlarla filan dans etmek için ortaya doğru gidiyoruz, adamlar direk sinek gibi üşüşüp kızları çevirip dans ediyorlar filan, ben de "Noluyo lan" denmeyeceği için neyse ya diyip bıraktım onları kendi haline. Ama dostlar inanılmaz eşleşmeler oldu yaa resmen, bildiğiniz herkes gözüne birini kestirip gidip yavşıyor filan vıcık vıcık ortam, oo güzel filan dediğim kızlar ne adamlarla bütün gece dans edip muhabbet kurdular, resmen hayattan daha çok soğudum. Bu arada 3. ve 4. lüğü aralarında paylaştırıp ikisi arasında bir karar veremediğim Rus kızlar, doğal seleksiyona uğrayıp elimde sadece biri kaldı zaten. Ama sanırım doğa bizim için iyi olanı yaptı dostlar. Öbür kız biraz saf salak, Jenya'dan ise şu beraber geçirdiğimiz birkaç günde bayağı etkilendiğimi ve kendisini listede 3. sıraya taşıdığımı söylemeliyim. Kızın garip bir karizması var, bi kere çok tarz giyiniyor, süper güzel değil ama gözleri böyle açık mavinin en deruni tonlarından biri filan, acayip komik ve rus aksanıyla Fransızca konuşunca tüm bunlar bir arada sanırım etkileyici oluyor. Ama sağolsun Orcan dost Rusya'daki abisiyle konuşup dün gece öncesi "ollum, onlar kız-erkek arkadaşlığı yakınlaşması filan pek sallamazlar, direk mevzuya gir" diyerek önüme ciddi hedefler koyup beni biraz gerdi. Öyle ki kıza aşık olmaktan da korkuyorum, yanına yanaşmaktan da... Bu arada ne biçim blog oldu lan bu, bir genç kızın gizli defteri tadında! Yayınlamasam daha iyi sanki bu yazıyı da, bilemiyorum bakıcaz... Neyse sanırım bizim eğlence kültürümüz genel olarak diğer insanlarla pek özdeş değil. Hepimiz bara eğlenmek için gidiyoruz ama onlara göre eğlenmek bi hatun bulup dans etmek gece de olursa eve atabilmek, benim içinse arkadaşlarla içip eğlenmek, geyik yapmak sonra hep beraber gidip bişiler yiyip kahve içmek ve uyumak... Allahtan sonra Tunus, Cezayir, Fas ve Rusya ekibi olarak gidip kebapçıda mercimek çorbası, Adana dürüm yiyip çay içerek sabahın 6 sında eve geldim filan da biraz daha iyi hissettim kendimi. Bu arada ben size dmeiştim yaa Kazak kızın annesi Rusmuş arkadaş, öyle kazak olmaz çünkü biliyorum, kız Rusça, kazakça, ingilizce ve Fransızca biliyor ama Fransızcası filan kötü neyse bunu sonradan ekledim mevzu budur...

Bugünse grup projesi için toplanamamız gerekiyor diye 11 gibi kalktım da pek toplanamadık yalan oldu filan, biraz çalıştım ben de tek başıma. Sonra rus kızlar hadi gel sigara içelim filan dediler allahtan, gerçi ben önce oo naber filan tadında girdim feysbuktan filan da neyse tüm sırlarımı anlatıyorum, umarım başka kimse okumaz hehehehe.... Sonra işte uyanamadık yaa kahve içelim filan dediler, dışarı çıktık kahve içtik, sonra Başakla biz süper markete filan gittik, geçen gün bi patates kızartması üzerine peynirli süper bişe yemiştik ben de açım işte gel başak yaa gidip yine ondan yiyelim, bişiler içelim dedim. Ve ilk kez mastika'yı yani Bulgar rakısını tattım, biraz şekerli ve sert bi rakı, çok beğendim diyemicem. Sonra da yine Majdi dost aradı bi kafedelermiş gelin dedi, gitik yine baya kalabalık tüm Magrep ve Doğu Avrupa orda, bi kahve içip ayrıldık. Ben de gelip işte bunları yazdım dostlar. Birkaç gündür pek iyi değilim, sanırım İstanbul'u arkadaşlarımı filan özledim, yarın sabah 6 da kalkıp Plovdiv yakınlarındaki Bulgaristan'ın en önemli tarihi mekanlarından biri olan Rila Manastırı'na gideceğiz, ben de biraz kitap okuyup yatarım heralde. Kendinize iyi bakın hacıboylar, ay lav yu ol!!! (Kız gibi yazmaya başladım, sonumuz hayrola...)

13 Ekim 2010 Çarşamba

Cesaretin Var mı İşletmeye (Jeux d'entreprise)?

Sofya'da günler geçmekte... Geleli 15 günden fazla olmuş. Alıştım sayılır burda böyle yaşamaya. Başak gelmeden önce rejim yapıyordum. O geldikten sonra da karar vermiştik, hafta içi takılmaca yok, haftasonu yemek ve alkol serbest diye... Ama gelin görün ki takılmalara aynen devam dostlar. 2 gündür yazmıyorum, bu süre içerisinde zamanımızın neredeyse tamamı Jeux d'entreprise yani işletmecilik dersi ile geçti. Hepimiz gruplara ayrıldık ve bir şirket yönetmeye başladık. Yaptığımız işe nehir turizmi denebilir sanıyorum ki. Grupta tek işletmeci ben olduğum için pazarlama ve finans gibi şeyler bana kaldı haliyle. Aslında eğlenceli bir o kadar da stresli bir oyundu diyebilirim. Toplam 4 karar veriliyor ve bu 4 yıllık bir yönetime denk geliyor. İlk yılı 5. sırada tamamladık ki 12 grup vardı ve gerekli pazar araştırmalarının hepsini ilk periyotta satın almamış olmamıza rağmen iyi bir ciro elde ettik. Sonraki hedefimiz ilk 3 içerisine girebilmekti, 2. turda bunu da başardık. Ancak 3. tur gerçekten büyük bir hayal kırıklığı oldu, fiyatımızı arttırdığımız için bu yıl 7. olabildik ve ciddi bir para kaybettik dostlar. Ama anladık ki fiyatı arttırmamak ve ciddi bir yatırım yapmak gerekiyor bu oyunda. Grup arkadaşlarımın hepsi bana güveniyor, ben onlara şöyle yapmalıyız çünkü... şeklinde sürekli açıklamalar yapıyorum, onlar da onaylıyor ve aksiyona geçiyoruz filan. Grupta bir Senegalli, bir Bulgar, Bir Litvanyalı, bir Kazak, bir Arnavut ve tabi bir Türk var. Ve oyun iki master programı öğrencilerinin karışımıyla oluşuyor. Yani bir MBA yapanlar, bir de Social and Solidary Economy masterı yapanlar var. 3. turda 7. olmak bizi bayağı üzdü, ama hatanın nerede olduğunu çabuk anlayıp benim daha 2. periyotta öngördüğüm üzere oyunu 2. bitirdik. Tabi bütün grup arkadaşlarım "Grace a toi" diyerek beni hem onurlandırdılar hem de utandırdılar. Hatta Arnavut kız sağolsun bana "Ollum sana yakında Bill Gates iş teklif ederse şaşırmam" filan bile dedi. Ancak bunun karşılığında bu akşamki Fas, Tunus, Türkiye ve Arnavutluk buluşmasında ben kıza "Aaa sen müslüman mısın? Ya kusura bakma ama Arnavutluk'un komşuları kim?" filan gibi sorular yönelterek onu biraz üzdüm. Sonra da hemen suçu bizim Batı yönelimli eğitim sistemimize, Arnavutluk'un nüfusuna, Osmanlı'nın şöhretine filan atarak geçiştirdim. İşin garibi buradaki arkadaşların önemli bir kısmının yakın arkadaşları filan Türklerle evlenmişler, hepsi Türk dizilerini izliyor filan. Dolayısıyla herkes Türkiye hakkında bir bilgi sahibi, biz biraz Avrupalı/Amerikalı snobluğundayız burada. Hatta Bulgarca'da olduğu gibi Arnavutlukça (nasıl denir lan Arnavutluk'un resmi dili?) çay filan diyolarmış. Zaten tüm insanlar bana bildiği Türkçe kelimeleri söyleyerek beni utandırıyor. Bu arada bugün yine Türk kafesinde buluşup kahve filan içelim dedik işte. Ben önce kahve içtim, sonra baktım Tunuslu dost Karim yani Kerim bira içiyor dayanamayıp ben de içtim yaa. Kendimi tutmasam çok rahat alkolik olabilirim burda. Bira kafe-restoranlarda 1,5 leva filan zaten. Güzel de biraları Allah var. Buranın en iyi biralarından biri, sanırım biizm Efes'e yakın olan Zagorka'yı denedim ve bardağın üzerindeki "Yes, we can do it" in komünist el hareketli sembolü vardı da pek bir hoşuma gidince bugünkü yazımı bu resimle süsleyeyim dedim.

Bu iki gün içerisinde oyun oynamak dışında neler oldu? 1-Bence en önemli kazançlardan birisi Rus kızlarla yakınlaşmamdı. Aynı fakülteden filan gelmiş 2 tane Rus kız var tamam mı? Bunlar bayağı güzel, gayet tarz giyiniyorlar filan... ama sürekli sadece ikisi var, arada Ermeni çocuk bunlarla Rusça konuşuyor filan, dedim ulan keşke Rusça bilseydim filan. Ben sanıyorum ki kızlar kendi arasında takılma düşüncesinde. Sonra okulun önünde sigara içiyorum, kız bana bişe sordu filan şaşırdım bayağı. Zaten sigaranın sosyal yönünü keşfetmek gerekiyor, resmen sigara içenler süper kankaya bağladık. Her molada geyikler filan. Neyse ben tütün içiyorum, böyle renkli filan giyiniyorum yaa, bir dikkat çekmece... Neyse kız bana bişe sordu işte, ben ilk önce anlamadım, sonra baktım bana diyor Fransızca bişiler. Neyse efendim hulasa 2 gündür beraber yemeğe gitmeceler, sürekli konuşmacalar filan. Kızlar St. Petersburg'tan geliyorlarmış, biz de insanlarla Fransızca konuşmak istiyoruz filan diye dert yandılar. Aynı odada kalıyorlar filan, sanırım önümüzdeki günlerde "Soğuk denizlere çıkma" politikası izleyeceğim. Top 5 listemi yavaş yavaş oluşturuyorum. Şu an listenin bir numarası halen değişmedi: Kazakistan. 2 numarada ev sahibi Bulgaristan. 3 ve 4 Rusya, çünkü bu iki kızı birbirindn ayıramıyorum yaa, hangisi daha güzel diye sorsanız bir karar veremem, eşitlik verdim ondan. 5 numara da Ukrayna geliyor. Ortak özellikleri renkli göz! Gelecek günlerde rekabet oldukça iddialı olacak gibime geliyor. Bu arada işletme derslerinde genel bir beğeni ve takdir kazanmam, Bulgarca öğrenmeye çalışmamdan gelen ev sahibi Bulgaristan sempatisiyle birleşince hanemde bayağı artı var şu an ama tek sorun ben biraz soğuk davranıyorum herkese karşın. Başak'ın iddia ettiği üzere Gürcü kız benden hoşlanıyor mu, hiç emin değilim. Çünkü kız benle hiç konuşmuyor neredeyse. Gerçi ben de Kazak kızla hiç konuşmuyorum da... Kızla arada göz göze geliyoruz filan, ben yine bildiğiniz tıkanıyorum. Listede en rahat konuşabildiğim kız Bulgar Maria. Tabi bunda yoğun Bulgarca öğrenme çabam da etkili olabilir, kızın güzelliği ve sevimliliği de bilmiyorum.

Bu arada bazı arkadaşlarla feysbukta konuştuğum üzere burada adeta orta sınıfın üst segmentinde kendimi buldum dostlar. Magreb ülkelerini daha yakındna tanıma fırsatı buldum, Arap ülkelerine mesafeli yaklaşımımda mesafe kat ettim, komşu ülkelerimizi - Bulgaristan'dan başlayarak- keşfetmeye başladım ve hiç bilmediğimiz ülkeler (Litvanya, Komor adaları, Senegal, Haiti...) hakkında biraz da olsa bişeler öğreniyorum. İnsanlar arasındaki ilişki Fransa ile karşılaştıramayacağım kadar sıcak, samimi, yardımsever ve saygılı. Bilhassa bir Türk olarak evimde gibi olma rahatlığını yaşıyorum. Adeta yerini ve ruhunu bulmuş bir insan kimliğindeyim dostlar. Sizlere nasıl anlatabileceğimi de tam bilmiyorum, birkaç defa anlatmaya çalıştım ama belki sıkıldınız aynı şeyleri duymaktan, belki aynı hissiyatı paylaşmadınız benimle bilemiyorum. Neyse hepinizi Sofya'ya beklediğimi belirtir, gözlerinizden öperim. Haydi dovijdane!!!

11 Ekim 2010 Pazartesi

Obiçham Te Lubima



Evet değerli dostlar, derslerin ve sosyal ilişkilerin başlaması sonrası hergün bloguma yazamayacağımı daha önceden belirtmiştim. Nitekim öyle de oldu! Dolayısıyla sizler Cumartesi gecesi kaldığım yerin hemen karşısında gittiğim Cotton Club akşamından sonra neler olduğunu pek bilmiyorsunuz...

İyi bir giriş yaptım bana kalırsa, izleyicinin ilgisini çektim, onu yazının geri kalanını okumaya teşvik ettim. Amma velakin öyle süper haberler, dedikodular duymak isteyenler hayal kırıklığına uğrayacak! Çünkü gidişim suskun olsa da dönüşüm muhteşem filan olmadı tabi.. İlk önce biraz Cotton Club ve cumartesi gecesinden bahsetmek isterim izin verirseniz. Efendim Cumartesi hep beraber şehir merkezinde toplanıp, bir yere gitme fikrimiz fena olmadı. Önce sanki kimse gelmeyecek gibiydi, hatta bir ara sadece bu hareketi başlatan Bulgar dostumuz Maria, Mbaye, ben ve Başak olucaz filan izlenimine kapıldık. Sonra biraz geç kaldık tabi Başak'la biz Türk misali... Velhasıl sağolsun dostlar bizi beklemişler. Ve bayağı kişi de vardı. Bir kez daha Bulgar şarabını tatma fırsatım oldu ve hiç fena bulmadığımı söylemeliyim. Sonrasında biz tekrar eve dönüp gece dışarı çıkma planlarıyla yanıyoruz. Cotton Club işini de Gürcü kızlar organize etti. Biz pek emin değiliz tabi gidip gitmemeye, ayrıca sadece onlar olursa fena filan diyoruz. Neyse 11'de buluşulacak bir aşağı indik "Il y a du monde" tadında! Bu arada bizim okuldan olmayıp, "bir arkadaşın arkadaşı" tadında Tunuslu bir çocuk da bizle geldi. İyi ki de gelmiş, Bulgarca tüm sorunlarımızı çözdü sağolsun. Neyse bu çocuk sabah "ollum o kadar çok Arap Afrikalı var ki Fransa'da, Fransa yakında Republique Islamique Française olursa şaşırmayın" esprisiyle kanımızı ısıtmıştı kendisine. Gittiğimiz yer Sortie filan gibi bir yer: Cotto Club yani Pamuk kulübü. İçeri giriş 5 levaydı, 1 leva vestiyer, bir şişe votka açtırdık 80 leva filan civarındaydı ki herkes ulan ne kadar pahalı diyor, hafta içi 35 leva filanmış, zaten süpermarkette Sobieski vodka yanında meyva suyu hediyeli 15-20 leva civarında. Neyse orada işte bir köşemiz oldu, biraz dans edip içtik (sigara da içtik tabi, yasak burada parlementoda kabul edilmemiş). Süper eğlenceli bir gece değilse de kaynaşma yolunda güzel bir adımdı. Pazar günü saat 4'te kalkıp, biraz takıldım öyle salakta. Sonra daha önceden görmüş olduğumuz "Kebap House" a gittik Başakla, çorbamız Adana kebabımız ayranımızı içtik bir güzel. Öncesinde çamaşırlarımı yıkatmaya verdim, banka hesabımdan ilk kez para çektim (100 leva, komisyonla 51 küsur euroa denk geliyormuş) filan. Bir pazar böyle geçti...

Pazartesi gününe geldiğimizde yine saat 7'de kalkma ve 8'deki otobüs servise yetişip okula gitme telaşı. 7-8 saat üst üste Girişimcilik diye çevirebileceğim "Entrepreneuriat" dersi gördük. Adam tam bir Nouvelle Vague aktörü sesiyle konuşan uzun süre Kanada'da yaşamış bir Fransız. Neyse derste bugün konu "Marketing Myopia" ya geldi, ben de sağolsun Djamshid Assadi'nin hiç unutmadığım bilgileriyle açıkladım. Geçen gün de muhasebe dersinde Milton Freedman hocanın aklına gelmedi de örneklerden yola çıkarak ismini buldum filan. Sınıfta ekonomi-işletme yapan çok az kişi olduğundan biraz çakıyorum mevzuları filan... Bugün yine Bulgarca açısından baya verimli bir gün oldu, yeni şeyler öğrendim. Adeta Türk dostu Aurelie gibiyim burada, Bulgarca konuşma çabamla gönlüne girdim yerel halkın. Tabi öğrendiklerimi sürekli güzel Bulgar kızına appliqué etmek motivasyonuyla çalışıyorum. Yani sormak/söylemek istediklerimin önce bulgarcasını öğreniyorum, sonra kızı görünce bir bir projelerimi hayata geçiriyorum filan. Bugün günaydın, naber filandan sonra adını da Bulgarca sormam sanırım sempati hanesine yazılmıştır. Neyse daha sonra Alex dosttan bir dilin olmazsa olmazı "Je t'aime"in Bulgarcasını öğrendim. Dolayısıyla proje sonunda zafer kutlamasını inşallah yapabileceğim bir cümle kurdum Bulgarcada. Şöyle: "Ti si mnogo karesiva. Obicham te lubima!" aynen şiir gibi çok güzel oldu bence, meali de (Fransızca yazayım hahha) : "Tu es trop belle. Je t'aime ma chérie".

Neyse bir haftadır filan büyük projem burada yorgan ve nevresim takımı alarak, yatağımı biraz daha rahat ve mutlu bir yer kılmaktı. Aşağıda hergün açılan pazar gibi bir yer var. Orada bir adama sormuştum 30 ama sana 25 yaparız demişti, sonra yanda bir kadın teyze vardı o da direk 30 dedi ama pek çeşit yok diye ben adamdan alayım dedim. Carrefour filan gibi bir yerden alsam daha mı ucuza gelir aceba filan diye de düşündüm. Sonra yok pazardan alayım dedim, ben alayım pazarcı kazansın, Bulgaristan kazansın yani ben kazanayım dedim ama geç kaldım kapanmıştı filan, yaklaşık 1 haftadır yorgan alayım diye uğraşıyorum yani. Hatta "Yorgan savaşları" adında bir bilim kurgu roman bile yazabilirim. Hatta geçen gün tamamen Bulgarca bir diyalogla teyzeden alıcaktım yorganı, gerçi Yorgan Bulgarcada yurgan, çarşaf çarşaf, yastık kılıfı da kılıf za bilmemne yani sadece yastık farklı onu da bir türlü öğrenemedim zaten... Neyse efendim sonunda bugün 30 levaya yorgan, yastık, çarşaf ve yastık kılıfı alarak evime döndüm ve büyük bir heyecanla arkadaşlarla beraber (Niyeyse?) yatağımın görünüşünü tamamen yeniledik. Gerçi tam istediğim gibi bir desen bulamadım dostlar ama inanın burada lüks algım değişti. Bok gibi bir binada yaşamama rağmen hayatta en büyük arzularımdan birisi "odamda keşke balkon olsa". Ne yapacaksam balkonu... Yatağım resimde gördüğünüz gibi belki güller filanla biraz fazla romantik oldu ama burada moda diye bir şey olmadığından oldukça rahatım, ısınayım yeter diye düşünüyorum. Yani gösterişten ziyade fonksiyonel olması eşyaya değerini katıyor burada. Bu arada girişimcilik dersi için gruplar oluşturup şirket kurma projesi hazırlamamız gerekiyor. İlk önce birkaç Bulgar kız bizle aynı grupta ol yaa filan dedilerse de sonra adam fazlası olup beni attılar, ben de Senegalli diğer dost Aba Baci'nin teklifine evet cevabı verdim, bir de ne göreyim Kazak güzel de bizim grubumuzda olacakmış. "Tant mieux" diyorum dostlar. Turnuva daha yeni başlıyor, takımlar form tutmaya ve kendilerini göstermeye başladılar, en azından gollü beraberlik beni bu gruptan lider çıkarır inancındayım. Bu blogu okuyan tüm arkadaşlarımı öpüyorum ve sizi çok seviyorum mucuk mucuk.... Okumayanları sevmiyorum pis arkadaş onlar bööeööeööe.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Ze Ze Dadınne...

Evet sevgili dostlar henüz odama dönmüş bulunuyorum. Bugünün en önemli sözü sanırım ze ze dadın ne gerçi ne anlama geldiğini bilmiyorum ama Bulgarca ilk şarkım bu oldu. Gerçi belki diğerleri de bulgarcaydı bilmiyorum. Bu gece kaldığım yerin hemen karşısındaki Sofya'nın en büyük gece kulübü dedikleri yere gittik berabercene. Bir daha hep beraber gider miyim bilmiyorum. Bildiğiniz Sortie gibi bir yere gittik 15-20 kişi. Tabi şişe açtırmamız gerekiyor, yerimiz olması için neyse bikaç genç açtırdık bi şişe votka. Şarkılar bildiğiniz oryantal tadında, striptiz yapacak gibi duran daha doğrusu durmayıp milleti coşturmak için dans eden ablalar vardı. Gerçi sonra o ablaları vestiyerde yerde oturup sigara içerken görmek üzdü beni, bildiğiniz çalışan yani... Neyse biraz eğlendik ama sonra ben kendimi içki ve sigaraya verdim yine pek kimseyle konuşmadım. Kazak kızın gelmesine sevindim ama bütün gece yanında oturup hiç konuşmadım kızla. Arkadaş o utangaç dediğim kız bir danslar ediyor aklınız almaz, Başak sağolsun gerçekten süper iletişimsel bir insan olduğu için yanına oturur oturmaz konuşmaya başladı sonra da dansa kaldırdı kızı. Kız çok güzel yaa, ama gruptan çıkma ümidi gittikçe düşüyor. Neyse artık önümüzdeki maçlara bakıcaz...

Bugün sabah 10 gibi kalkıp biraz çeviri yaptım. Sonra gidip aşağıdaki pastane gibi yerden ıspanaklı börek aldım. Ama bu Bulgarların "patisserie" konusunda sıkıntıları var. Mesela börek çok büyük ve 1 lev, arkadaş ikiye bölsen 50 kuruşa satarsın filan yani. Hem çok yağlı, biraz İstanbul tadında gerçi. Sonra Tunus'lu dost Majdi arayıp "Abi biz Türk restoranında oturduk kahve içiyoruz, gelsene" dedi. Mbaye, Başak ve ben gittik. Gerçi başak sonradan geldi. Yine Emel Sayın, Sezen Aksu gibi şarkılarla yurt özlemimimi hepten giderdim filan. Çocuklar 2-3 yıldır buradalarmış ve bu semtte en iyi kahve burada filan diyorlar. Sütlü kave istedim ben de tabi Alex dost bulgarca söyleyecekti dur yaa bunlar Türk'tür ben anlatıırm derdimi deyip gayet güzel Türkçemle meseleyi hallettim. Yani Bulgarlar burada yabancı konumunda kalıyor filan. Sonra süpermarkete gittik başakla, öncesinde terlik çöp kovası filan aldık ona sonrasında da Bulgar hattı. Bildiğiniz eski pasaportuyla almayı başardık hem de, kadın hallederiz deyip, halletti gerçekten filan...

Öğleden sonra IFAG'lı dostlarla şehir merkezinde buluşup yemek filan yiyip bir kadeh birşeyler içtik, iyi oldu. Gün geçtikçe kaynaşıyoruz birbirimizle. Tabi fransızca filan iyi geliyor... Neyse lafı çok uzat(a)mayacağım. Biraz votka içtim, artık uyusam iyi olur dostlar. Kendinize iyi bakın...

8 Ekim 2010 Cuma

Geçip giden günlerin ardından...

Merhaba sevgili blog okuyucuları... Orda mısınız lan? Neyse varmışsınız gibi anlatayım ben. Farkettiğiniz üzere - eğer farkettiyseniz- birkaç gündür - tam olarak 3 gündür- bloguma yazamadım. Peki bu arada neler oldu? Ya da bir şeyler oldu mu? Olduysa neler oldu? Olmadıysa neler olmadı? Arçil'le Şota gerçekten ikiz miydi? Tüm bu soruları blogumuzun "Geçip giden günlerin ardından..." adlı bu özel bölümünde bulacaksınız sayın izleyiciler. Şimdi sözü fazla uzatmadan 3 günün özetine geçelim. Dostlardan gelen uyarıları dikkate alarak daha sistematik yazmaya çalışacağım. Birinci bölümümüzün adı:

Bulgaristan'da Türk olmak

Öncelikle söylemem gereken şey Avrupa'da Türk olmak ile burada Türk olmak arasında muazzam bir farkın olduğu. Nüfusun yaklaşık %10'unun Türk olduğu, 500 yıl kadar beraber yaşadığımız filan düşünüldüğünde burada çok ilginç bir hava var. Aslında gelmeden önce Bulgar milliyetçiliğinden biraz çeiniyordum, hatta ilk günler bir Türk olarak beni aceba nasıl görüyorlar filan diye bayağı bir düşündüm. Ama sağolsun okuldaki Bulgar arkadaşlar gayet dostane karşıladılar. Bulgarca da günlük dilde kullanılan birçok kelimeyi örnek vererek -çorap, çorba, bira, çay, pamuk, çekmece, en çok haydi...- beni hem şaşırttılar, hem mutlu ettiler hem de garip bir şekilde mutlu ettiler. Tabi ben de artık yavaş yavaş Bulgarca'yı çözüyorum, gruptaki en azimli - hatta tek azimli- insan olduğum için de bu çaba bayağı takdir topluyor. Okulun kafeteryası ve karşıdaki yemekhanede derdimi Bulgarca anlatmaya çalışıyorum, Bulgar kızlarına günaydın, ne haber filan diye şirinlikler yapıyorum filan. Bu arada ne zaman başka ülkelerden gelen insanlarla konuşsam bilhassa tarihi, kültürel, coğrafik yakınlığımızın olduğu Cezayir, Tunus, Makedonya, Hırvatistan tabi ki Bulgaristan gibi ülkelerden gelen arkadaşlarla ne zaman bir araya gelsek, molalarda sigara içmek filan gibi, konuşulan tek konu Türkiye bilhassa İstanbul oluyor. Yani pek başka bişeyden konuşmuyoruz, hep Türkiye ve Türkler, istanbul çok güzel filan garip bir muhabbet oluyor benim için. Herkes ya İstanbul'u biliyor ve gidip görmek istiyor ya da daha önce görmüş, duymuş vs. Mesela bir Cezayirli arkadaşım ooo Türkiye filan girdiği konşmasında ilginç bir anekdot anlattı. İstanbul'a gelmiş, havaalanına inmiş (Atatürk): "Dışarı çıktım" diyor "ulan burası neresi böyle sanki gelecekteyim hissine kapıldım o devasa afişler, mimari filan". Vallahi şaşırsam mı, gururlansam mı, yoksa yok yaa o kadar değil filan diye mütevazi mi olsam bilemedim...

Şimdi bir diğer etkiye geçeyim: Türk dizileri. Hani hiç dizi izlemeyen bir insan olarak medyada filan duyuyordum, "Türk dizileri Araplar'ı fethetti" filan laflarını ama bu kadar etkili olduğunu gerçekten hiç bilmiyordum yaa. Sadece Fas, Tunus filan gibi Arap ülkeleri değil, Makedonya, Hırvatistan ve tabi ki yine Bulgaristan televizyonlarında da meğerse bu diziler gösteriliyor ve geniş bir kitle tarafından izleniliyormuş. Yani Brezilya'nın soap opera dediğimiz pembe dizileri ya da Amerikan dizileri nasıl bir ara televizyonların baştacıysa şu anki durumda Türk dizileri sanırım o yerde (tam olarak bilemiyorum tabi). Gerçekten o kadar şaşırıyorum ki bana sorular filan soruyorlar, işte Gümüş filan hiç izlemediğim için nerdeyse utanıcam. İşin garibi Bulgar arkadaşların bana Nasılsın? İyi geceler gibi Türkçe şeyler söylemeleri, nerden öğrendiniz sorusuna, dizilerden cevabı beni acayip şaşırtıyor açıkçası. Dedim ki altyazılı mı izliyorsunuz, yok dublaj varmış ama alttan Türkçesi duyuluyormuş az biraz, ordan kapmışlar filan. Zaten okuldaki öğrenci profiline baktığımızda, ki 28 nasyonalite var, en gelişmiş demiyim de en gelişmiş ekonomiye sahip ülke bizimkisi, bi de Ruslar var ama onları nüfus/yüzölçümü paritesinden farklı değerlendirmek lazım filan...

Sonuç olarak bu ortamda sanki müthiş gelişmiş ileri bir ülkeden geliyorum, en birinci biziz gibi bir hava var yani, Fransa'da filan bir süre okumuş bir insan olarak ve biraz Avrupa'yı gezmiş bir genç olarak burada hissettiğim atmosferin ne kadar farklı olduğunu anlatabildim mi bilemiyorum. Neyse belki ilerleyen günlerde bu konuya tekrar dönerim. Şimdi bir diğer başlığımıza geçelim.


Üç gece, üç içki

Evet değerli dostlar gelelim neden birkaç gündür yazmadığıma. İlk olarak Perşembe günü ilk sınavımı oldum. Gerçi Çarşamba günü de İngilizce değerlendirme sınavı oldum da o biraz daha geyikti. Yani ilk hafta, ilk sınavlar modu hakim burada. Tabi sizlere ders çalışmak için blogumu güncellemedim yalanı atmayacağım. Sebebi Türk kafilenin ikinci üyesinin de aramıza katılmasıyla kendimizi biraz dışarıdaki hayatı keşfetmeye vermiş olmamız. İlk gün yani çarşamba dışarıda bir şeyler yiyelim dedik ve dış taraftan gayet şık görünen ve İstanbul'da ne bileyim rahat rahat girmeyeceğim bir yere girdik ama sevimli filan bir yer isteyerek girdik. İngilizce menüleri var sağolsunlar getirdiler, domuz eti olayına hiç girmek istemediğim ve daha hafif bir şeyler yemek istediğim için Chicken Kavarma dedikleri (bildiğiniz kavurma sanıyordum) böyle şahane güveç tenceresinde tavuki mantar, domates filan -tek eksik üzerine kaşardı- çok lezzetli ve doyurucu bir yemek söyledim. Daha doğrusu ne söylediğimi pek bilmiyordum, gelince gördüm. İşin ilginci burada yemekler porsiyon gibi değil, yanlarında gramı yazıyor, ya da diğer lokantalarda olduğu gibi istediğin kadar koyduruyorsun, kaç gram gelirse onun parasını ödüyorsun filan öyle. Neyse bir güveç, bir tavuk ızgara, iki bira, güzel bir ortam, müzik filan gayet rahat yemeğimizi yedik ve ne kadar hesap ödedik? 15 leva! Kişi başı değil toplamda! Bu nokta çok garip, böyle Bolu lokantası gibi bi yer var mesela orada bişeler yesem 6 leva ödüyorum, çok daha düzgün bir yerde yiyip bira içince 7,5 leva ödüyorum. Benim şu ana kadar anladığım kadarıyla, kalite ve ortam filan olarak bir üst sınıfa çıkınca fiyat farkı o kadar artmıyor. Ama ilginçtir gittiğimiz yerde pek öğrenci filan yok, daha böyle genç yetişkin tadındakiler var filan. Neyse efenim çok iyi oldu, çok da güzel oldu Türkçe konuşup, güzel bir yemek yeyip, biramızı sigaramızı içip (yasak filan yok restoranlarda takılıyorsun gayet ya da bir kısımda içiliyor, diğerinde içilmiyor filan çok hoş bu da!) Neyse biz ikimiz de zayıflayalım filan derdindeyiz, her akşam böyle içmeyiz yaa filan diyoruz. Ama ikinci gün noldu? Dolaşıyoruz filan, ben biraz açım, Başak da dedi gel bir yere gidelim sen bir şey ye, ben de salata filan yerim belki. Sonra yine bir restorant-bar'a gittik ve ben yine muhteşem bir seçimle pane harcına batırılıp şişte kızartılmış ve üzerine sos dökülmüş sebzeler yedim. Yanında iki kadeh Merlot şarabı içtim. Başak da -benim seçimimle- üzerine hayvan gibi peynir rendelenmiş elma dilim patates ve absolut vanilya içti. Hesap yine aynı: 15 leva! İstanbulda bunlara 40 civarında verirsin bence. Ve işin garibi burdaki yemekler çok lezzetli lan! Neyse bugün de Almanya maçını izleme amacıyla dışarı çıkıp yakındaki bir Türk restoranına gittik - ki yakında bir sürü Türk lokantası var- maç yokmuş, böyle canlı müzik, Sezen Aksu'lar Emel Sayın'lar, rakı, haydari acılı ezme gibi mezeler filan var, biz neyse yaa bakalım etrafa diye çıktık. Biraz dolaştıktan sonra hadi ya gidip bari bi kadeh rakı içelim dedik tabi ki : ) Fix menü varmış da çok aç diiliz öyle adam neyse yaa ayıpsınız ayarlarız dedi, bize bir çiftin yan yana oturduğu masanın karşısına oturmamızı söyledi, ben tabi gerildim filan, gelin ya çekinmeyin herkes Türk, tanışın dedi, Başak saolsun çok komünikatif olduğundan biz tanışıp oturduk masaya. Abinin yanındaki abla bulgar, evlilermiş filan, çocukları varmış, abi 20 yıl önce gelmiş, bir daha hiç Türkiye'ye dönmemiş, pasaportu yokmuş uzunca bir süre 2 yıl önce Bulgar vatandaşlığı vermişler filan, abla türkçe bilmiyor, konuştuk filan, rakımızı içtik, mezemizi, sıcak pide ekmeğimizi yedik. 20 leva hesap ödedik bu kez, zaten bence burda en pahalı restoranlar Türk restoranları, küçük döner 2,5 levayken; koca dilim bir pizza 1,5 leva filan garip şekilde. Neyse bir gün de böyle geçti, yani Başak dost geldiğinden beri grupta 3'te 3 yaptık. Üç gecede üç farklı restoranda, üç farlı yemek ve 3 farklı içki içtik. Diğer arkadaşların yarısı müslüman oldukları için hiç içki içmiyorlar filan, diğerleri de Bulgar olunca kaldığımız yerde kalmıyor, çok az ihtimal kalıyor beraber dışarı çıkmamız için, neyse yarın yine aktivite var, hep beraber şehir merkezinde yemek filan yiyeceğiz, sonrasında Gürcü kızların karşıdaki gece kulününe gitme planları varmış, belki onlara katılabiliriz. Bu arada Başak Gürcü kızın biri sana yazıyor diyor ama ben hiç bilemiyorum yaa... Şu an Gürcistan listelerde yok off neyse genç kız tadındaki yazıma burada bir son veriyorum...

5 Ekim 2010 Salı

IFAG'ın ikinci, Sofya'nın dokuzuncu gününü kaydediyor...


Oedipus Spor Kompleski’nin sizler için hazırlayıp sunduğu Sofya günlüklerinde dokuzuncu gün heyecanı tüm hızıyla devam ediyor. Blogunu yeni açmış izleyiciler için tekrarlamak da yarar var. Evet Sofya’dayım, buraya IFAG bünyesinde master yapmak için geldim ve dokuuzncu günü geride bıraktım sayın izleyiciler. Bakalım bugün neler oldu: Erken kalkıldı, Daha erken kalkıldı, zira Mösyö Galabov yarım saat öncesinden okulda olmamızı istemişti. Ancak Mbaye dost sebebiyle daha da erkenden kalkıldı çünkü kendisi 6 gibi filan sabah namazına uyanıyor ve beni de bugün 6:50 gibi filan Soner kalksana artık yaa saat geç oldu diyerek uyandırdı. Otobüs 8’de! Peki ben 1 saat 10 dakika napıcam arkadaş uyandıktan sonra? Neyse 7:10 gibi filan kalktım ben de, muz suyumu (Cappy burada sadece muzdan ürettiği bir meyve suyu satıyor) içtim, mini croissant’larımı yedim. O diil de arkadaş ben gittiğim ülkenin meyve sularını severim, ulan 4 mevsimin yaşandığı her tür iklim ve toprak koşullarına ve tarım ürününe sahip olduğumuz ülkede biz meyva suyu yapmayı pek bilmiyoruz yaa! Bir de pahalı Türkiye’de meyva suları yüzde kaç meyve var tam hatırlamıyorum ama Evropa’da kesinlikle hakiki meyva suları bulabiliyorsunuz. Özelikle karışımlar beni benden alıyor, Fransa’da muz portakal havuç gibi bir karışık meyva suyu vardı beni benden almıştı vesselam. Neyse efendim otobüse binildi, Mbaye’nin yanına oturuldu en öne zira adam ön fetişisti illa bir önde olayım diyor, boş yer olsun otobüste oturmuyor ön tarafa gidip ayakta durarak yola bakıyor filan... Sabah yine daşakkapan canado-fransız hocamızın dersi vardı, yine pek bir eğlenceli geçti. Öğle molasında ilk kez okulun karşısındaki Restorant gibi kafeterya gibi yere gidildi. Pilişka supa (tavuk çorbası), Saladi şopsko (yin yanlış hatırlamıyorsam, çünkü Bulgarca zor zanaat!) ve sevgili Övünçboy’un eşsiz tarifi olan peynirli kabak yenildi. Ancak buna beyaz peynir koymuşlar ve baya koymuşlar yani, iki tane kabağı bitiremedim. Ama Övünç’çüm eğer bu satırları okuyorsan, ben her ne kadar çok uzaklarda olsam da, senin peynirli kabak yemeğin çok daha güzeldi emin ol. Bulgar mutfağının (tattığım kadarıyla tabi, gurmemiyim lan ben topu topu bikaç kez yedim ahkam kesmeye çalışıyorum) dikkatimi çeken iki güçlü noktası var: Çorba ve pilav. Baya çeşitli bunlar ve tattıklarım cidden çok ama çok lezzetliydi ya da ben burada çok aç olduğumdan öyle geldi de yok yaa cidden güzeldi... Ama dostlar büyük bir yalana kurban gitmişiz desem yeridir. Bulgaristan ollum şöyle ucuz böyle ucuz geyiklerine hiç kanmayın, haa bunu bi Fransız dese anlarım ama fiyatlar aşağı yukarı İstanbul ölçütlerinde emin olun! Mesela bu yemeğe 6 leva gibi bişe verdim, tabi ekmek de paralı 10 kuruş filan... Ucuz olan şeyler var tabi burada: alkol, ulaşım, başka şu an aklıma gelmiyor. Neyse Ümit usta gibi her gün size yemek menümü saymak izleyiciyi sıkabilir (oooo popülist tavırlar filan!). Öğle sonrasında informatique dersmiz vardı, tabi herkes ulan bi yolu yok mudur yaa bu dersten kaçmanın, napıcaz ollum zordur filan tavırlarında. Kadın geldi (kendisi Bulgar bir mühendis hanımefendi), her ne kadar görünümü bana pek hoş anmadığım Sultan hocayı hatırlatsa da tavırları şeker filan. Dedi ki : arkadaşlar aranızda dersi almak istemeyen varsa, bir önerim var sınava girip geçebilirler, geçen sene bu dersin bütünlemesinde sorduğum soruları sorucam, soruları da birazdan göstericem... Biz iyi yaa koyarız belki filan tribindeyiz. Sonra açtı kadın sayıyor soruları, sınavı geçmemiz için 10 u geçmemiz lazım 20 üzerinden, işte 11 puanlık bi 10 soru filan toplamda gösterdi, vars aranızda yaparım diyen buyursun sınava dedi. Aslında bizim gördüğümüz şeyler ama o zamanlar İşletme de neymiş yaa havalarında olduğumdan pek hatırlamıyorum bu şeyleri. Neyse herkes dersi almaya ikna oldu. Kadın programda bütün informatique dersleri gözüküyor ama biz 4 grup yapıcaz dedi, böylece haftalık ders programımız önemli ölçüde azaldı ki ahalide bu bir sevinç kaynağı oldu. Öncelikle mühendislik, matematik, fizik gibi bilimlerden mezun olanlar bir grupta olacak dedi. Onlarla farklı işliyoruz dersi filan 8-10 civarında mühendis bir tırstı hocam etmeyin biz ne yaptık diye filan, neyse sınav aynı olacağı için mecburen ikna oldular filan. Sonra kadın tek tek adımızı okuyup hangi bölümden mezun olduğumuza göre bizi gruba yerleştiriyor. İlk grup amatörlerin ve dersten çekinenlerin. 2. grup orta, 3. grup logique filan bilenlerin. Kazak güzeli ben korkuyorum yaa diyip 1. gruba geçti, filoloji filan gibi bişe okumuş heralde, fransızcası iyi değil bildiğiniz kızın. Ben de 1 mi 2 mi olsam yaa filan düşüncesindeyim. Kadın Soner dedi dinliyorum seni, ben dedim işletme mezunuyum, mümkünse 2. grupta olmak istiyorum (1’e koymaz biliyorum, almışım bu dersleri), nerde okudun dedi İstanbul deyince Université Galatasaray dedi, Oui! Tamam seni 3 ya da 4 ‘e koyuyorum dedi, ben dedim aman yapma etme napıcam en mühendislerle, tabi kadın bilmiyor ki ben yönetim-biişim enformatik her neyse bu dersin sınavını sarhoş filan geçmiş adamım sabahın 11’inde! Neyse 3. grupla yırttık Allahtan. Ders de erken bitti, erkenden eve dönüp dinlenme çeviri fırsatı filan doğdu derken 1, 1 buçuk saat trafiğe takılarak o zamanı da harcadık yollarda. Fotoğraflarımı kaybettiğim için, burada yeniden fotoğraf çektirdim. Yarın Universite de Nantes’a kayıdımı yapacaklar, zira burada okunulup oradan mezun olunuyor.

Velhasıl başka bir konu var ki ondan da bahsetmeliyim. Dost ülke Kazakistan’ın gizli gündemi olabileceğine dair gözlemlerim var ey dostlar! Kız bi tedirgin, hatta Orcan dostun ve izniyle benim tabirimle “sıkıntılı”. Belirli kanıtlardan yola çıkarak sıkıntısının sebebinin de sevgilisi olması ve ondan uzak kalması olabileceği yönünde bir kanıya vardığım için nasıl ülkemizde Evropa’lı deyişle eksen kayması bizce “doğal bir yönelim” olarak görülen yön değişimi vuku bulduysa, ben her ihtimale karşı Kazakistan gruptan çıkamazsa diye ev sahibi Bulgaristan’a da yatırım yapma taraftarıyım ve bu konuda gerekli adımları attım, atacağım! Neyse yarın sabah Türk dost da aramıza katılarak kafilemizi tamamlıyoruz, umarım bundan sonra daha “entegre, eğlenceli, samimi, bla bla bla” bir turnuva izleriz. Hepinize iyi seyirler...

4 Ekim 2010 Pazartesi

IFAG'da ilk ders zili çaldı...



Sofya’da bulunan Institut de la Francophonie pour l’administration et la Gestion (Fransız İşletme ve Yönetim Enstitüsü)’nde bugün ilk ders heyecanı yaşandı. Sabah erkenden kalkan dünyanın dört bir yanından gelen öğrenciler IFAG yönetimi ve Sofya Belediyesi’nin büyük fedakarlıklarla kapılarına kadar gönderdiği otobüse dolaşarak heyecanla okulun yolunu tuttular. Otobüste kendisine oturacak yer bulamayan S.S (24) bir süre tekerin üzerindeki boşluğa oturmayı denediyse de “soğuk çeker” korkusuyla ayakta durmayı yeğledi. İlk dersin profesörü Lyon-2’den bir Kanadalı Fransız profesördü ve genç öğrencilere İşletme bilimine giriş hakkında öğretici bir o kadar da eğlenceli bir “lecture” sundu. Teneffüslerde anca sigara içtiği gözlemlenen S.S öğle molası ile düzgün bir yemek yemek için heyecanlansa da hiç bir arkadaşının karşıdaki kafeteryaya gitmemesiyle (gidenler varsa da ona söylememesiyle) öğle molasını enstitü kafeteryasında sabahtan aldığı peynirli börek ve kafeteryadan aldığı karışık meyve suyu ile değerlendirdi. Şimdi IFAG’da geçen ilk gününü anlatmak için sözü kendisine bırakalım: “Evet yeniden öğrenci olmak çok güzel bir duygu, ama sabahın köründe kalkmak değil elbette ehehee. İlk ders oldukça iyi geçti, hocamız tam bir daşak kapandı ki ben böylesine ne Türkiye’de ne de Fransa’daki eğitim hayatında rastladım. Öğleden sonra seansı Bulgar hocamızın hem aksanı hem de dersin doğası (muhasebe) sebebiyle bizleri biraz gerdi. Sabah 9’da başlayan dersin akşam cidden 5’te bitmesi ile toplam 7 saatlik maratonda neyse ki ilk burslarımızı (215 leva) almamızla takımda yüzler güldü. Eve gelirken tabi paranın bir kısmını süpermarkette filan alışveriş yaparak ve sonrasında da okuma lambası filan alarak şimdiden harcadım. Son bir cümle söylemem gerekirse sevinçliyim umutluyum. Teşekkürler!”.



Evet ilk ders günü ile ilgili sözleri duyduk ancak konuşmamız burada bitmiyor, şimdi bugün yaşanılanların kısa bir özeti: Okuldan dönerken Mbaye dostumla hafif karı-kız muhabbeti yaparak filan yolumuzda yürüdük. Sonra otobüse bindik, otobsten indik. Ben giderken bişeler alallım dedim o da tamam hacı alırız dedi. Normalde otobüsten indikten sonra sanırım bi 200 metre yürüyünce süpermarkete geliniyor, sonra bir 200-300 daha yürününce yurda varılıyor. O ilk 200 metrenin 150 metresini otobüsle gitme ihtimali de var ama ben pek sıcak bakmıyorum, bekle bin 2 durak sonra in bence baya saçma... Neyse ben yürümeye niyetli bir şekilde otobüsten inip devam ederken, koşan insanları filan gördüm yolda, anaam noluyor lan derken baktık otobüs geliyor (o 150 metreyi götürecek) Mbaye dostun bir fırlayışı var ki görmelisiniz anam o siyahi çocuk genlerindeki bütün çevikliği mi kullanır, hiç bir şey düşünmeden bir insan bir hedefe bu kadar mı kitlenir, neyse adam otobüse bindi ben de yolu yürüyüp spermarkete girdim. Ohh bayağı büyük, güzel, bayağı ürün filan var, aradığını küçük marketlerde anlatarak acı çekmekten daha iyi bir çözüm yani, kendin bul kendin al filan... Neyse bişiler aldım ordan, Mbaye’yi de buldum orada, ama sonra çıkışta yine kaybettim filan neyse. Bu arada geçen gün söylemeyi unutmuşum, terlik lazım bir yerde gördük baktık 5-10 leva bitane vardı, bildiğiniz terlik tek fonksiyonu terlik olmak yani kağıt kalınlığında filan 2,5 levaya. İkimiz de aldık odada ikiz gibi geziyoruz... Neyse fotoğraflarımı kaybettiğim için okula kayıt maksadıyla fotoğrafa ihtiyacım var ve gidip çektirmem lazım, eve geldim saat 6 filan, bişiler ye oyalanma filan... Sonra ciddi olsun diye gömleğimi giyip çıktım (Galobov’a sordum sakallı olur mu ya diye, kim kesecek şimdi sakalı? Olur yaa siktiret dedi). Elime Pratik Bulgarca konuşma kılavuzumu da aldım, fotoğrafçıda kurmam gereken cümle şu: İskam da si napravya osem broya snimki za pasport (Türkçe meali 8 adet vesikalık fotoğraf çektirmek istiyorum). Bu kz hazırlıklıyım yani, gittim fotoğrafçı kapalı, neyse gittim kendime geçen gün gördüğüm okuma lambasını aldım evime döndüm. Annemlerle skype’dan konuşma denemesine giriştim ve başarılı oldum! Ama sanki ben boşuna konuşmuşum kredi kartı banka filan bir işim var, anlattım böyle böyle diye. Sonra kardeşim “abii yaa babamlar şunu soruyolar bunu soruyolar” diyince hepsini bir daha anlatmam gerekti filan... Şimdi de şahane Genel Muhasebe çalışıyorum, ara verip bunu yazdım da fena uykum var yatarım heralde...

3 Ekim 2010 Pazar

Sofya'da geçen bir haftanın ardından...

Hani derler ya şaka maka bir hafta olmuş diye, cidden öyle oldu... Burdan önceki hayatımı pek düşünmedim, ilk günler hariç. Nasıl bir anda denize atılan yahut düşen insan boğulmamak için çırpınırsa ve o anda onun için tek gerçeklik o çabanın kendisiyse, ben de sanırım alışmanın kendisini hayatım yaptım bu birkaç günde. Zaman zaman İstanbul’u, Çevirmeci 33’ü, odamı, arkadaşlarımı özledim ama garip ki şu an bana çok uzak geliyor bunlar, bir camın arkasında gibiyim, buğulu... Önümde uzun bir zaman var eğer burada kalmaya ve okula dayanabilirsem. Sonrası? Sonrası belirsiz...
Neyse niye bu kadar duygusal girdim bilmiyorum, öyle bir şey düşünecek ve hissedecek halde pek değilim esasen. Hayatında ilk kez girdiği bir odada kişi nasıl etrafına bakınırsa öyle bakıyorum sadece hayata burada. Gözüm alıştı biraz, şehirde kaybolmadan dolaşabilecek konuma geldim biraz. Bir kaç kelime Bulgarca öğrendim, alfabeyi çözdüm sayılır filan... Bugün Sofya şehir turu yaptık, iyi oldu, biraz bilgi edindim şehir hakkında. Sabah hep beraber buluşulup gidilecekti aslında... Ama oda dostum geç kaldığı için biz en son ikimiz gittik. Neyse ki şanslıydık tam vardığımızda grup yeni harekete geçmişti. Daha ne olduğunu anlamadan ikiye ayrılma kararı almış grup, bir kısmı ilerleyip diğeri orada kalınca kendiliğimden ilerleyen gruba katıldım.

Tabi katılmamla birlikte Kazak güzeli de görmem kararımın ne kadar isabetli olduğunu gösterdi bana. Doğal bir kararlılıkla doluydum bugün. Yan yana geldiğimizde hemen bonjour’u patlattım, kız sanırım çok iyi fransızca bilmiyor, bir söylediğimi bir daha söylemek zorunda kalıyorum (tabi bonjour için geçerli değil bu). Bir de tam anlayamadığım bir durum bu kız Rus filan asıllı olmalı ya öyle Kazak olamaz kimse bizi kandırmasın rica ediyorum. 2 kazak kız daha var ve onlarla bu kız arasında Seine nehri ile İstanbul Boğazı kadar fark var inanın bana. Bir kız daha var ki grupta nereli tam anlayamadım. Kazaklarla ama diğer (hakiki) kazak kızlarla pek konuşmuyor, Rus filan olduğunu ya da biyerli olduğunu düşünüyor ve Aybalamın da onunla Rusça konuştuğu gibi savlar ileri sürüyorum ama bu konuda en ufak bir kanıtım bile yok. Her neyse gezi boyunca hep kıza bir adım mesafede kalarak kararlılığımı gösterdim. Kızın ya çok canı sıkılıyor ya da bilmiyoru yaa pek kimseyle konuşmuyor böyle hüzünlü bir güzelliği var filan... Neyse efenim önce bu hanım kızımızın Mavi jeans pantolon giyidğini görmemle bir gurur, bir sada hissetmedim desem yalan olur. Bugün etrafı dolaşırken Osmanlı etkisinin de haliyle burada ne kadar yoğun olduğunu gördüm, her tarihi binanın yanında bir Osmanlı lafı geçiyor, en efsanevi yapıları Aleksander Nevski Osmanlı hakimiyetindne kurtulmak için canını veren askerler hatırasına dikilmiş, Arkeoloji Müzesi bildiğiniz medreseden çevrilmiş, bir cami var idi merkezde o cami yanlış anlamadıysam Mimar Sinan’ın eseriymiş ve Sofya’daki tek aktif durumdaki camiymiş. Zaten burada Sinan’ın bir eseri vardı da sanırım o bu işte. Sonra el sanatları filan gibi bir Müze eski Osmanlı valisinin konağıymış, sonra buraya Fransız Kralı’nın oğlu gelmiş orada hüküm sürmüş filan 20. yy başında.



Sonra yer altında bir Roma şehri kalıntılarını gördük 6 bin yıllık filan pek güzel duruyorlar, proje devam etmekte. 4. ve 6. yüzyıldan kalma iki kiliseyi ziyaret ettik, Bizans mimarisinin güzel örneklerinden çok şirin.
Velhasıl güzel bir geziydi. Hava biraz serin olduğundan ben üzerime bir tişört, bir sweat shirt, bir kalın hırka ve bir yağmurluk giyerek çıkmıştım. Ne kadar iyi ettiğimi de sonradan bir kez daha anladım. Yoo havanın soğuk olması değil, güzel hanım kızımız bayağı üşümüştü önce kazak arkadaşları eldivenlerini verdiler, pek bir kibar olduğundan kabul etmek istemedi sonra bir yerin önünde dururken de bir titredi filan ben de hemen “Tu as froid?” diye sordum, ouiii dedi. Ama mal gibi bir anda aklıma kıza yağmurluk ya da hırkamı vermek gelmedi, sonra geldi de gidip sapık gibi ya istersen hırkamı sana vereyim desem olmaz diye düşündüm. Neyse ki gezimizin sonlarına doğru Senegal dostluğunu bir kez daha gösterdi ve Mbaye arkadaşımın “ne o kızlar üşüyor musunuz?” suali, adeta bana cennetin kapısını araladı. Daha önceden vermek üzere çıkarmış olup elimde tuttuğum yağmurluğu üşüyorsan bunu alabilirsin diyerek “saçları saman sarısı, kirpikleri yeşil” güzele uzattım. Yok canım, “C’est tres gentil” filan diyerek reddetme çabalarını aa olur mu bak ben zaten giymiyorum sen de kalsın “Ça va” deyip verdim. Teşekkür edip giydi... Ancak daha sonra grup halinde mobilize olmanın azizliğine uğradım onlar gerilerde kalırken biz malesef herkes inek gibi eve dönmek istediği için şehir merkezinde kalma fırsatını kaçırıp Kazak güzeli arkamda bırakarak yoluma devam etmek zorunda kaldım. Aslında bir açıdan da iyi oldu zira, halen yağmurluğum kendisinde ve yarın aynı master programında olmamız sebebiyle görmemim yanı sıra onunla konuşma ve iyi bir başlangıç yaptığım için mutluluklara garkım şu anda...

İşte böyle sonrasında eve dönerken içerisinde salam ve bolca peynir ile tereyağı olan hafif krepimsi ve şekerlimsi bir dürüm gibi bir şey yedim ki 2 muz ve 1 portakal dışında bugün yediğim tek şey de bu... Biraz çeviri yaptım ki, daha sonra vaktim olmayabilir Ocak ayında da para kazanmam lazım haliyle filan... Neyse Konyalı Kasım’ın “ki” şarkısına dönmeden bu yazıya bir son veriyorum ey dostlar. Kendinize iyi bakın, Dovijdane...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Altı Üstü Sofya

Bugün anlatılacak pek bir şey yok aslında. Erken kalkıldı, bolca çeviri yapıldı. Arada sigara içildi, yine benzer şeyler yapılıp benzer şeyler yenildi. Orcan dost bir iki üç diye yazılarına ne kadar devam edebileceksin aceba başlık atmaya diye sordu. Ben de yakında dersler başlıyor, her gün yazacak ne vakit ne de heves bulurum dedim. Öyle arada ilginçlikler, toparlamalar, genel gözlemler filan ancak bundan sonra... Yarın Sofya gezisi düzenlemiş sağolsun okulumuz ona gidicez, belki sonrasında da biraz kaynaşırız insanlarla, zira ben burda gerçekten biraz yalnız kaldım yaa. Geçen “Türkün Türkten başka dostu yoktur” diye taşak yaptım ya kendi kendime. Ulan gelenler mesela 1-Cezayir, Fas, Tunus gibi frankofon Arap ülkeleri, 2 - Afrika ülkeleri 3- Eski Sovyet Bloğu genel olarak tamam mı? Eee birinciler Arapça konuşup anlaşıyor, ikinci grup ülke olarak kendi lokal dillerinde ve grupçana da Afrika aksanı bir fransızcayla anlaşıyor, 3.grup zaten Rusça anlaşıyor... Ben böyle diplomatik yalnızlığa itildim, Osmanlı gibi hasta adam konumuna geldim dostlar! Neyse gerekirse kapitülasyon, gerekirse Turan taktiği ve hatta gerekirse düşmanımın düşmanı benim dostumdur gibi töremizden gelen savaş taktiklerini uygulicam yaa...
Neyse dostlar bu konuyu bir kenara bırakarak sizleri Sofya ve Şeyler köşeme davet ediyorum. Şimdi belirli nesneler üzerinden buradaki hayatı anlamaya çalışacağız.

1 - Studenski Grad 58 Blok B



Evet burada resmini gördüğünüz yerde yaşıyorum. Öyle sanıyorum ki Sovyet döneminden kalma binalara böyle bir kullanım alanı açmışlar. Hemen tüm öğrenciler burada yaşıyor. İsmi de oradan zaten Öğrenci Şehri şeklinde konmuş diye düşünüyorum. Ama sadece öğrenciler kalmıyor, zaman zaman yaşlı amcalar, çalışan kadınlar, hatta çocuklu aileler bile görüyorum. Aylık kirası çok ucuz, normal büyüklükte bir odada 2 kişi kalıyor ve kişi başı kira faturalar dahil 40-50 tl civarında. Ama internet için ayrıca para ödemek gerekiyor. Sanırım uzun süreli kalacak olanlar odayı yeniliyor filan... Neyse tamam güzel ucuz da bu insanlar neden burda kalıyor, fakirler mi? öyle görünüyor ama ortada bir sorun var, burada kalanların birçoğunun arabası var, hem de öyle Sovyetlerden kalma Lada filan diil normal araba yani, araban varsa niye burda kalıyorsun, araba ev kirasından daha mı ucuz lan yoksa?

2 - Odadaki Telefon



Odamızda yine haliyle taa soğuk savaş döneminden kalma bir telefon var. Çalışıyor mu? Bilmiyorum, ama çalışsa da üzerind ehherhangi bir tuş yok, o dönemde artık aşağıdan arıyıp Yoldaş sizi parti çağırıyor mu diyorlar ne diyorlar bilmiyorum. Haa neden halen burada duruyor, onu da bilmiyorum. Belki bir gün çalar? Hassiktir olurum işte o zaman, telefon hortlamış gibi olur, enteresan olur...

3 - Dolap Niyetine Sandık



Daha önce de bahsetmişimdir belki, odamız hıncahınç eşya dolu. Belki oda büyüktür de ben anlamıyorumdur, bna küçük geliyordur iki kişi için. Ben ki yıllar yılı dostlarımın benden kısa mı uzun mu olduğunu anlamamışım, bunu da anlamamam garip olmaz yani. Neyse bu eşyalardan birisi, belki de telefondan sonra en ilginçi bu dolap. dolap mı sandık mı adını veremiyorum tam. Ama kapağını açıp bir güzel içine eşyalarımı koydum. Da ordan eşya bulmak çıkarmak filan bir saçma tabi, düzenle yerleştirdiğim tişörtlerim şimdi ne halde o sandığın içini gören bir ben bilirim... Ayrıca kapak açık mı dursa daha iyi kapalı mı onu da bilemiyorum ben yaa....

4 - Perde Niyetine Battaniye



Yok artık demeyin, daha neler var kimbilir, yavaş yavaş anlatırım. Evet pencerelerimizde bildiğiniz battaniye var. Işık sebebiyle mi, ısı sebebiyle mi asıldığını sanırım önümüzdeki kış günlerinde çok daha iyi anlayacağız...

5 - Öğrenci Kimliği niyetine Karne



Resimden boyutlarını ne kadar anlayabiliyorsunuz bilmiyorum ama Sağlık Karnesi’ni düşünün onun kadar bi şey öğrenci kimliğim pardon karnem. Haa bunu aldık ne işe yarar, napıcaz bilmiyorum. Tek bildiğim birazdan bahsedeceğim transport kartı çıkarmak için bu karneye ihtiyacımız olduğuydu, bundan sonra nasıl bir fonksiyonu ve yeri olacak hayatımda bilmiyorum....

6- Transport Kart



Aslında bunda pek bi gariplik yok tabi, sadece herşey bulgarca olduğundan resmi olarak ismim de ilk kez (yok ya öğrenci karnesinde de yazılmıştı, ama onu sürekli yanımda taşıyamıyorum) Bulgarca yazılmış olması. İnsanın kendi ismini Bulgarca görmesi çok garip dostlar, isteyen varsa ismini ücretsiz yazıp gönderebilirim Bulgarca, hatıra niyetine... Neyse bu karta yüklediğim 20 leva ile bir ay boyunca istediğim metro, tramvar, otobüs filan gibi ulaşım aracını kullanabiliyorum. Otobüslerde kartı okutmak için herhangi bir alet yok yalnız, eğer kontrolör bir gün gelirse o kartın geçerliliğine bakıyor, geçerli değilse 10 leva ceza ödüyorsun. Bu arada Bulgaristan’ın para birimi Leva değil Lev çünkü 1’den çok olunca leva adını alıyor. Yani 1 lev, 2 leva filan... Anlaşıldı mı? Neyse tramvayda ise daha farklı bir sistem var, sanırım kartı okutman gerekiyor bu kez de ben bir kez binip beceremedim, onda da okutmazsan da kontolör gelirse 1 leva gibi bir ceza var, belki de 1 ay için 20 leva ödemekle salaklık yaptım bunu bir ay içinde görücem, yakalanma riskimi hesaplıyıp karlı bir yatırım yapmayı düşünüyorum.

7 - Kravat adında yatak



Aslında krevat sanırım da ilk duyduğumda aa ne saçma demiştim. Ancak son derece haklılarmış, ne yazık ki sonradan anladım. zira burada yataklar daha önce bahsettiğim gibi kayık formatında yani kenarları yüksek ortaları alçak tadında, üstüne üstlük demir telli karyola olunca yatağın ortasına gömülüyorsunuz buna yatmak denirse. Hatta bir dükkanda kravat yatakların reklamını gördüm yaa, bir daha oralardan geçersem çekip göstericem size bu ilginçliği.

Neyse dostlar sözün özü (Tanpınar’ın tabiriyle Hulasa) işte hayatım bu minvalde geçmekte. Sofya’dan herkese sevgilerle...

1 Ekim 2010 Cuma

5 dakikada Sofya


Günlüğüm her ne kadar 2 Ekim dese de (Saat 12’yi geçtiğinden ötürü) ben 1 ekimin yani 5. günümün notlarını yazıyorum. Bugün yine sabah 5 gibi uyandım, midemde müthiş bir ağrıyla, gece biraz soğuktu hava, gündüz de üzerimdeki ceket midemin üzerini örtmediğimden karnımı üşütmüşüm sanırım. Neyse 2 saat uyduum, uyandım, acı çektim filan... Sonuç olarak 7 buçukta kalkıp hazırlanmaya başladım, malum bugün okulun startı verilecekti. 8:15 te bir büs gelip bizi Academie des Sciences Bulgares binasına götürdü. Açılışta Bulgar Dışişleri Bakanı, Fransa Sofya Büyükelçisi filan gibi daşşaklı abiler vardı, Belçika Wallon Bölgesi Konsey danışmanı olan bir akademik de Politique de Clustering adı altında bir konferans verdi.

Bugün ilk kez ev sahibi Bulgaristan’ı sahada görme fırsatını elde ettim, turnuvaya oldukça iddialı gelmişler, ev sahibi olmanın avantajını iyi kullanabilirlerse kupa Bulgaristan’a gidebilir, ancak gönlüm Kazakistan’ın yanında tabi. Ancak gerekli diplomatik ilişkileri bir türlü kuramıyorum, halbuki en dost ülke filan demi? Konferans esnasında Ukrayna delegasyonunun yanında saf tuttum, bilinçli bir tercih değil, öyle denk geldi. Yalnız insanlar “assez communicatif” olduklarından ben halen kabuğumdan çıkabilmiş değilim, yine kimseyle konuşmadım, arada Nili adında Bulgar bir kız geldi biraz konuştu benle, burada türk olduğunu öğrenen tüm Bulgarların ilk tepkisi “Komşi” oluyor. Neyse kız baya kanka, Kanada’da yaşamış filan, çok iyi bir insan (Evet saf duygular içerisindeyim). Tabi açılış bittikten sonra herkes dağıldı filan ben sağolsun Mbaye dosttan binmem gereken otobüs durağının yerini öğrendim, adam nerdeyse bir Bulgar gibi herşeyi biliyor, o yüzden pek onun götündne ayrılmıyorum denebilir.

Daha sonra hali hazırda şehir merkezinde olmam sebebiyle ben eve dönmeyip orada biraz gezinmek istedim. Zira dün şehri gezerken, şehrin simgesi olan Aleksander Nevski Katedralini görmemiştim ve bu gittiğimiz yer tam da onun karşısındaydı filan. Gün boyunca karnım ağrıdığından ve sabahtan beri bir şey yemediğimden önce yemek yeme amacıyla Vitosha’ya doğru yürüdüm. Bu Vitosha (ki bulgarlar Vitoşka diyor) caddesi biraz garip esasen lüks markaların mağazaları var genelde birkaç da kafe bar, ama yol üzerinde belki 1-2 restoran var onlar da ya çok şık ya da dönerci, neyse yine düzgün bi restoran bulmak için 2 saat filan yürüdüm herhalde. Garip yerlere girdim çıktım filan, artık ölmek üzereyken kafe gibi garip bir yer buldum. Ama sorun şu ki restoran yazmazsa anlamıyorsun ne olduğunu bu gibi yerlerin, ee herkes de haliyle restoran koymuyor adını dolayısıyla ara restoran bulabilirsen filan... Neyse yine iyi bir yer buldum, bu sefer Türk değillerdi (sanırım). Yemeklere bakıyorum, kaıdn isimlerini söyleyip, kepçeyi daldırıp çıkarmak suretiyle ne olduğunu bana anlatıyor, işkembe çorbası filan var. Oradan içinde nohut fasülye filan olan süper bir çorba seçtim, üstü fırın makarna içi patates ve piliç kıyma (sanırım) olan bir yemek ve domatesli pilav aldım bir de. Bulgarlar pilav konusunu çözmüşler, her tür pilavı restoranlarda bulmak mümkün ve gayet lezzetliler bence. Neyse kola ekmek filan da alıp bu yemeğe 7,5 leva kadar ödedim, ki makul bir fiyat ama öyle süper ucuz da değil. sonra bi sigara içerek yeniden yola koyuldum. Sabah çıkarken lazım olur diye laptopımı ve üşütmeyeyim diye hırkamı aldığımdan yüküm baya ağırdı. Dünün yorgunluğu da olunca dolaşmakta baya zorlandım. Ama tekrar Çar bilmemne caddesine gidip katedrali görmek istiyordum zaten otobüse de oradan binicem.

Yol üzerinde şirin bir Rus kilisesi gördüm, resimde de göreceğiniz gibi baya güzel bir mimari. Onun bahçesinde biraz oturup, bir sigara daha içerek dinlendim. Sonra da meşhur Aleksander Nevski katedraline gittim. Bence böyle binaların sıkıntısı dışarıdan göründüğü kadar içten gösterişli olamaması ya da bana hep öyle geliyor. Mimarinin dış taraftan görünüşü bana daha heybetli ve etkileyici geliyor, iç kısımlardaki freskler ya da vitraylar o kadar yüreğimi oynatmıyor benim açıkçası. Neyse bu katedral Bulgarların Osmanlı Devleti’nden özerkliğini kazanması adına dikilmiş filan zaten nereye gitsen bir Türk izi filan var hatta merkezde de bir cami gördüm de yorgun olduğumdan gidip içini göremedim, sonra artık işallah.


Genel bir izlenim vermem gerekirse Sofya şehir merkezi fena değil bence. Bakanlık binaları, müze ve katedraller ilgi çekici. Dediğim gibi restoran açısından merkezde bariz bir sıkıntı var, zira kaldığım bölge olan Studenski Grad’da adım başı restoran ve kafe-bar ve bayağı da uygun fiyatlar... Sofya’da kendinizi gerçekten böyle kıyı Avrupa ülkesinde gibi hissediyorsunuz, haa bu ne demek? Yani Avrupa’ya, oranın kültür ve değerlerine yeni yeni alışan bir ülke olduğu belli. Bulgaristan Avrupalı diye kimse anlatmasın bana o kadar yıl Osmanlı sonrasında Rus hakimiyeti bence Kıta Avrupası’ndan oldukça farklı bir kültüre denk düşüyor. Neyse efendim merak edilen konu bulgar kızlarına gelince, beklediğim kadar güzel olmadıklarını söyleyeyim, mesela kuzey Avrupa’yla özdeşleştirdiğimiz sarışın kızları o kadar sk göremiyorsun caddelerde filan. Giyim konusu ise bayağı sıkıntılı, eee modanın şehri İstanbul diyebilirim artık ben de... Garip şekilde sanki burada güzel olmak biraz kafada açık giyinmekle alakalı gibi. Cidden bazıları iddialı kıyafetler giyebiliyorlar, bunun dışında bir de görmeye alışkın olduğumuz kızlardan biraz farklı oldukları için de çekici geldikleri doğru. Ama bir kıyaslama yaparsam İstanbul/Sofya paritesini 7,5/6 gibi değerlendiririm. Haa çok güzel kızlar yok mu var, ama istisna denecek düzeyde.




Bu genel değerlendirmenin ardından bitirmeden şunu söyleyeyim: bu sene sıçtım! Arkadaş bu kadar mı ders olur, ne yapıyorsunuz? Haftanın her günü 9-5 ders var, bazen cumartesi günü de! Ne zaman gezicem, ne zaman kendime vakit ayırıcam, ne zaman çeviri yapıp para kazanıcam? belirsiz! Zaten bugünkü açılış konuşmasından aklımda kalan 3 şey var, ki zaten Mösyö Direktör’ün konuşması bunlar etrafında döndü: “Zero absence”, “Zero retard” ve bir de “Donnons toutes ces chances a l’excellence” yani verdiler gazı, verdiler gazı. Siz seçilmiş öğrencilersiniz ayağına burda da geldik bildiğiniz. Dünya ölçeğinde 1000 civarında başvurudan biz seçilen şanslı 100 kişiymişiz filan. Direktör şöyle özetledi durumu “9 mois de souffrance, le plaisir pour toute la vie!”. Aferin bravo. Sözlerimi şu veziceyle bitireyim en iyisi: “Çok çalışmam lazım dostlar, çok!”.

30 Eylül 2010 Perşembe

Dört Köşe Sofya

Bugün Mbaye yoldaşın saat 5:30’da Soner Soner nidalarıyla uyandım. Anam noluyor lan dedim bi an, Sonercan su istiyorum dedi, kalktım su verdim ona, ne olduğunu pek anlamadan. Sonra dişim ağrıyor dedi, üzüldüm, yapılacak bir şey yoktu yattım. Sabah kalktığımda çocukcağızın sağ yanağı balon gibi şişmişti. Dişim çok ağrıyor dedi, sabah 8. Uyuyamamış bütün gece, yataktan çıkamıyor. Hem fransızca, hem afrika aksanı hem de diş ağrısıyla hiç anlaşılmayan bir dilde konuşuyordu benle. Sorumlumuz Mösyö Galabov’u aramak lazım dedi, ben de tamam dedim, ama pek anlamadığımdan hemen aramadım adamı, neden sonra Mbaye bir daha Galabov’u arayalım dedi, aradım durumu anlattım. Bulgar bir dostu ilaç almaya gönderip dişçiden randevu almış Galabov. Gelen ilacı suya karıştırıp Mbaye’ye içirdim, sonra biraz uyumaya çalış diyerek çevirinin başına geçtim. Dişçi randevusu öğleden sonraydı, Galabov’da saat 1 gibi geleceğini söyledi. Neyse ki acısı biraz dinen Mbaye dost, bir süre sonra uykuya daldı, uyandığında da pek iyi görünmyordu, birkaç kez Mösyö Galabov’la telefonda konuştuk, Nasıl ? dedi, pek iyi görünmüyor dedim. Daha sonra bir daha aradığında nasılsa beni Mbaye sanıp öğütler verdi, ben de yıkmadım adamın hayallerini “Oui monsieur, d’accord monsieur, merci monsieur” diyerek geçiştirdim. Bir ara kahvaltı için meyve almaya indim, her zamanki abladan bir şeftalimsi bişey bi de muz aldım, sonra kulağım için pamuk lazım olduğundan markete gittim. Aslında önceden aradığım şeyin Bulgarcasına sözlükten baksam çok daha iyi edicem ama hep “bi şekilde hallederiz yaa” diye geçiştirdiğimden bazen saçma sapan diyaloglar filan oluyor, an geliyor donuyoruz satıcıyla, öyle boş boş birbirimize bakıyoruz filan... Neyse girdim dükkana, baktım kulak çöpleri filan gibi şeyler bi yerde aradım bakındım pamuk gözüme çarpmadı, kadına “I’m looking for cotton” filanlı cümleler kurdum, Fransızcası da aklıma gelmedi ya nasıl anlatsam diyorum kadın “Pamuk” dedi. Hah dedim yaa, hassiktir Bulgarcada da pamuk deniyor, iyi güzel... Sonra süt alıcam, milk dedim kadın anlamadı, dedim bu da süt çıkar şimdi süt filan dedim kadından yine ses yok, neyse diğer arkadaşına sordu ne istiyor lan bu çocuk diye, kadına milk dedim yes dedi, ohh dedim. Ama ben küçük istiyorum, buzdolabımız yok, nasıl saklıcaz, canım çekti sabah sabah bir bardak içsem yeter, neyse olmadı anlaşamadık ben de büyük süt aldım geldim evime....

Neyse sonra Mbaye’nin Senegalli dostları geldiler, biraz durdular ki Galabov imdadımıza yetişti, hepsini alıp dişçiye gitti. Sanırım komik olaylar olmuş akşam anlattılar biraz ama 3 Senegalli, 1 Fildişi Sahili, 1 de ya tam bilmiyorum Koda filan gibi bi ülke varmış oralı bir kız, bunlar kendi aralarında Afrikan Fransızca takıldıklarından hepsini anlamadım ama hep beraber güldük filan... Dişini çekmişler Mbaye’nin, şimdi iyi gibi. Neyse biraz da kendimden bahsedeyim. Bugün sonunda şehir merkezini gördüm dostlar! Gerçi bayağı yorucu bir süreç oldu bu. Kaldığım yerin de ne kadar şehir dışı olduğunu anladım vesselam. İlk önce bizim aşağıdaki dönerci abiye, burdan merkeze nasıl gidilir dedim, minibüsle git dedi, ben de aylık sınırsız akbil gibi bişey olduğundan hayır otobüsle gitmek istiyorum dedim, Bulgar yardımcısı (ki eleman Türkçe yi benim sayemde ilerletiyor, bkz. Abi sana ne verim filan gibi...) ile bişeler konuştular epeyce pek anlaşamadılar. Neyse en sonunda dönerci abi 94 numaralı otobüse bin şoföre şimdi hatırlamadığım, aslında hiç öğrenmediğim bişeler söylememi salık verdi, ben bi şekilde hallederim düşüncesiyle ayrıldım dönerci dükkanından, nasıl olsa otobüsün numarası vardı, şehir merkezi de 10-15 dakika demişti burdan Mbaye dost. Bindim otobüse, etrafa baka baka gidiyorum, ya birine sorucam ben merkeze gitmek istiyorum diye hatta merkezin Bulgarcasını da biliyorum (Tsentır) ama bunlar ingilizce bilmiyor ya darlamıyim kimseyi dedim, bir de hepsi kız yanlış filan anlarlar diye sormadım, nasıl olsa merkez kendini belli eder yaa dedim. Bir ara bir ormana girdik, çıktık, trafik arttı, dedim merkez bu taraftadır, ama inmedim, biraz daha bakınim diye, sonra otobüs değişik yerlere gitmeye başlayınca ineyim ya en iyisi nasıl olsa yavaş yavaş dolaşırım diye düşünüp indim bir yerde. Elimde harita yok, şehri hiç bilmiyorum, Bulgarca bilmiyorum ve etrafta Turizm ofisi gibi bir işaret de hiç görünmüyor. Neyse yürüdüm, yürüdüm.... ama bildiğiniz orman yaklaşık 10 dakika orman yolunda (şose) yürüyüp iki kişiyle filan karşılaştım, onların da tipini beğenmediğimden arkadaş merkeze nasıl gidilir diye sormadım. Sonra baktım yolda Tsentır için sola dönün ibaresi var, iyi dedim bulucam merkezi, arkadaş sola da döndüm tamam merkez solda da ne kadar ileride bilmiyorum, yürüdüm... Etrafta güzel yapılar filan, trafik hafiften yoğun, tamam doğru yolda olma hissiyatı... Kalabalık caddelere vardım böylece, birinden başladım yürümeye, Sofya’da nerden yürüsen Vitosha caddesine çıkar diye duymuştum dedim çıkarım elbet, sonr abaktım çıkamıyorum güzel gördüğüm sokaklara girdim. Dolanıyorum öyle, bir yandan da açım yaa! Zira geldiğimden beri çok az yemek yiyorum, işte sabahları meyve, öğle sonrası belki pizza, akşam da ne bulursam yemek... Bir baktım kcoa bir bina, görkemli filan, ohh Vitosha’ya varmışım! Buranın İstiklal Caddesi diyebilirim Vitosha’ya ama biraz daha geniş daha sadesi filan... Neyse çıktım bu caddeye biraz yürüdüm şöyle şirin, çok tiki olmayan bi restoran arıyorum, neyse dedim baktım bir yerde böyle börek gibi şeyler var en iyisi 1 tane alim de yiyim diye içeri girdim, baktım şahane sulu yemekler var ohh iyi şansım var diye düşündüm. Adama gösterdim, “I want this one” filan diyorum, adam piliçka sotes gibi bişe dedi ohh dedim yaa bu da aynıymış, tamam piliç sote istiyorum dedim, sonra pilavı gösteriyorum adam pilav diyor, dedim arkadaş bu ne biçim dil, türkçe konuşsam anlaşıcam herkesle niye İngilizce’yle bünyeleri geriyorum. Baktım adam türkmüş, ulan dedim yaa her yer türk, herşey türkçe, sanki başka bi ülkede değilim de Türkiye’nin bir bölgesindeyim, akşam yürürken sokaktan Emel Sayın sesi filan geliyor o derece... Neyse orda piliç sote, pilav, pide ekmek ve ayran (ne hikmetse ayran 500 ml!) dan oluşan menümü afiyetle yedim, çıktım. Biraz daha dolaştım, bikaç kilseyi gezdim, yürüdüm, yürüdüm, sonra yanlış yöne doğru yürüdüğüm için (Vitosha’ya çıkar çıkmaz bir Sofya haritası almıştım, ama haritada yerimi epeyce bir süre bulamadığımdan, kafam karışmıştı) tekrar Vitosha’ya döndüm, dedim bari bir bira içim de evime döneyim. Bu arada biliyorum Bulgarcada bira bira, aynı yani... Garsın kıza edna bira molya dedim, kız tabi haliyle Bulgarca şişe mi kutu mu filan gibi sorular sordu snaırım ben de ingilizceye dönüp in the bottle dedim. Tabi Türkiye’deki gibi değil ki arkadaş bira isteyince envai çeşit bira var, kız sayıyor, dedim ki “Do you have Bulgarian beer?” kız “Sure” diye cevap verip sayıyordu ki ilk birada yes please diyip yine yanlış hatırlamıyorsam “WYUMONCKA (okunuşu Şumonska şeklinde)” birası ve bir bardakla döndü. Ben aceba bira 50’lik mi 33’lük mü diye düşünürken biranın 360 ml olduğunu gördüm, ne garip değil mi? Neyse içtim 3 levamı ödedim, ve kıza “peki ben şimdi Studenski Grad’a nasıl giderim diye sordum. Kız bir afalladı, merkeze gidicem deyince dönerci abide afallamıştı zaten neyse bi anlatamadı, müşterilerden birine sordu filan, sonunda benim metroya gidip bilmemne durağında inmem sonra da yürümem gerektiğine karar verildi. Taksi de tutabilirmişim ama hanım kızımız pek hayırlı olmaz sen en iyisi yürü dedi. Ama kaç numaralı tramvaya binicem sorusu cevapsız kaldı. Metro durağına kadar yürüdüm, bir süre etrafıma bakıp kimi darlasam diye düşündükten sonra, kulaklık olması dışında gerekli özellikleri taşıdığını düşündüğüm gençten bir çocuğa can alıcı soruyu sordum: “Studenski Grad’a nasıl giderim?”. Çocuk bir süre kayglı durdu, ben böyle böyle dediler şu durakta inersem gidermişim ona nasıl giderim diye sorarken, çocuk bambaşka bir yol tarif etti. Önce metro sonra otobüsle gidecektim. Nerde inicem dedim, çünkü durak adları ya yok ya da olsa bile hızlı bir şekilde okunamayacak kadar Bulgarca yazılmış. Çocuk bir ormanı geçeceksin sonra in dedi tramvaydan. Ulan diyorum çocuk orman dedi de ağaçlık alan filan mıdır, nasıl orman derken, cidden bir ormana girdik, şehrin ortasında bildiğiniz orman ve ortasından tramvay geçiyor. Ama ormanda bir durak var imiş, ben yanımdaki liseli çocuğa Semeterya diyip el kol işaretiyle burası mı dedim, o da önce ingilizce bilmiyom dedi de bikaç kelime bulgarca konuşunca, hayır anlamında Ne, ne dedi, next one dedi. Bir şekilde ordan inip otobüsün yolunu da bulunca sorun kalmadı zaten indiğim yer de tam burasıydı ve aynı otobüse dönüp evime dönebilecektim artık. Geldiğimde nasıl yanlış bir yoldan şehre gitiş olduğumu da burda acı bir şekilde anladım ama neyse diyip bünyeler biraz rahatladığından kulaklığımı takıp müzik dinleyerek, biraz durağı kaçırırım telaşı dışında rahat bir şekilde evime döndüm. Gelince Mbaye dosta nasılsın dedim, iyiymiş, dişini çekmişler, adam fırını yakıp ısınmaya çalışıyor odada, üşüyen Afrikalılar, diğerleri de geldi ellerinde eldivenler, kafada bere filan ulan kışın napıcak bunlar diye düşünmeden edemedim... Neyse böyleyken böyle efendim, yarın resmi açılış var, heyecan başlıyor!!!