27 Ekim 2010 Çarşamba

Balkanlardan gelen soğuk hava

Dık dık dık eyi günler, dık dık dık eyi günler hihihihi... Evet bu şakalı espriyle açılışı yaptıktan sonra Sofya günlüklerimize kaldığımız yerden devam edelim dostlar. (Bence kimse okumuyor da, ben yine de izleyici varmış gibi yapayım, daha motive yazıyorum. Orda mısınız lan?). Blogda bir takım yeniden gözden geçirmeler yapmaya karar verdim efenim, o yüzden de bi süredir yazmıyorum. Zaten "yazacak" pek bişey de yok.



IFAGien (komik geliyor bana bu laf IFAG'lı demek için, sanki bir canlı türü gibiyiz resmen) hayatıma bayağı adapte oldum sanırım, sabah 7'de kalkmacalar, sandviç meyve, meyve suyu filanlı sabah kahvaltıları, sonra Mbaye dostla odadan çıkıp genelde otobüsü beklemeye gelen ilk insanlar olmamız. Tabi saat 7'de uyanınca halen gece oluyor dostlar, kaldığımız yerde hesaba katıldığında kendimi adeta bir işçi gibi hissediyorum. Sanırım komünist hükümet bütün bir ruh halini vermek için böyle inşa etmiş bu binaları. Bu haftasonu saatler ileri mi geri mi artık biyere alınıyor da ben hiç anlamadım hayatım boyunca bu işin nasıl olduğunu, sonuç olarak uyandığımda karanlık olmıcak heralde ama bu sefer de akşam okuldan dönerken karanlık olacak. Neyse öğleden sonraları pek dersim olmuyor. 1-2 gün sanırım, bir ingilizce bir enformatik tadında. Enformatik de excel olarak bayağı ilginç şeylere girdik yaa, işallah unutmam yeniden, baya kullanışlı gibi. Ooo süper bilinçli öğrenci insanı oldum da İngilizce için aynı şeyi düşünmüyorum ya, mal kadın dayadı gramer sınavını 80 alırsan muaf oluyon dersten, arkadaş Toeffl'dan koymuşum çocuğu bıraksana beni almak istemiyorum dersi, grupları da mal gibi saçma sapan kurmuş, bakalım ders nasıl olacak ya. Vallahi baktım olmuyor girmem yaa yerim "zero absence, zero retard" felsefesini. Neyse haftaiçi böyle geçiyor işte dostlar, sabahtan okula gitmece dersim yoksa öğlen orda yemek yeyip dönmece. Ama burada zamanı pek etkin kullandığımı hiç ama hiç söyleyemem. Çünkü dersimin olmadığı öğle sonraları gelip 3-6 arası uyuyorum, sonra da kalkıp mal mal takılıyorum öyle, genelde hafta içi içmeyelim yaa geyikleri daha ilk günden yalan olup bir anda kendimizi bira içerken buluyoruz. Ya da işte varsa şöyle yalandan derslere bakıyoruz. Dersler de o kadar zor değil de, edebiyat filan okuyunca herkes pek anlamıyorlar. Genelde sürekli grup ödevi yapmaca, gruplarda sözüm geçiyor biraz, daha rahat bir konumdayım. Hafta sonu genelde grup toplantılarımız oluyor da genelde Cuma günü fena halde içip dağıttığımızdan cumartesi günleri salak tadında oluyorum. Sonra pazar günü de öyle belki dolaşmaca, hep beraber kahve içmeceler tadında. Sonra yeniden hafta başlıyor. Arada fırsat bulursam işte çeviri yapıyorum, çok nadiren kitap okuyorum (malesef!) filan...

Evet yazımın bu ikinci bölümünde de Sofya üzerine birkaç kelam daha etmek isterim sevgili dostlar. Sofya'nın bana en ilginç gelen yanlarından birisi etrafının cidden dağlarla çevrili olması. Yani kelimenin tam anlamıyla şehrin dört bir yanını böyle koca koca Shining filmi dağları çevirmiş. Bulutlar sislerle filan garip görünüyor, hava açık olduğunda da ağaçların garip yeşili sarısı -bilhassa sonbaharda- birbirine karışarak hoş bir manzara ortaya koyuyor. Zaten Nazım Hikmet'in dediği gibi Sofya'da ağaç duvardan önce, bayağı yeşil bir kent. Ama yakında buraları da tahrip ederler gibime geliyor, öyle ki Sofya'da daha altyapı, inşaat filan bakımındna yapılması gereken çok şey var. Şehir artık 'modern' olmak istiyorsa eski elbiselerini atmalı üzerinden, genelde merkez tamamen yenilenmiş gibi, ama çok az dışarı doğru çıkınca binaların halini görüyorsunuz, dökülen mahalleler, eski evler, garip yerler... Ben tabi biraz daha şehir dışına doğru kaldığım ve burası öğrenci şehri olduğu için aşağı yukarı 8 katlı apartman bloklar yükseliyor, ama hepsi fena durumda yani buralar çok fazla süremez gibi geliyor bana, tamamen elden geçirilmeli, yenilenmeli. Hatta Jenya buraya "post-apokaliptik world" diyor, genelde olduğu gibi ona hak veriyorum. Haftasonu çevrede biraz dolaştık, yeni binalar gördük filan, resmen bir anda yeni fetişisti oldum. İstanbul'a gelsem aceba nasıl değişirim diye düşünüyorum yaa...

Öte yandan Kiril alfabesine biraz aşinalık sağladım, birkaç harf gayet farklı okunuyor (Mesela H, N olarak; ya da P, R gibi...) diyorum ki istanbula gitsem kimbilir nasıl okucam tabelaları. Burada resmen okumayı söken çocuklar gibi oldum görseniz, geçerken tabelalarda ne yazdığını heceleye heceleye okuyorum. Mesela restorant şöyle yazılıyor: PECTOPAHT. Bu yüzden İstanbul'da komik şeyler gelebilir başıma. Restorant demişken hani ilk zamanlarda yaa Bulgar yemekleri çok güzel filan diyordum yaa, aslında halen aynı düşüncedeyim ama birkaç sorun var. Birincisi yemekler çok yağlı, yani çorba pilav ya da başka bir yemek al, tadı güzel de yemekte resmen yağ görünüyor yaa, bazen insana ağır gelebiliyor bu yüzden de... İkinci sorun, yemek porsiyonları: inanamazsınız yani bir porsiyon yemeğin ne kadar büüyk olduğuna yaa, genelde ben bitiremiyorum tek bir tabağı mesela öyle düşünün, çok da beğeniyorum ama olmuyor yani, çok fazla. Ama şimdiye kadar gerçekten beni dumura uğratan şey haftasonu gittiğim Çin lokantası oldu dostlar, merak ediyordum nasıllar filan diye, neyse dolaşırken Jenya'yla girelim dedik. Çok da aç değiliz, ben bir tavuklu, sebzeli filan pilav seçtim, aceba daha alsam mı diye düşünüyorum, Jenya da, sağolsun lokantadaki Bulgar amca Rusça bildiği için bayağı onla muhabbet filan edip bayağı tradisyonel bir plat söyledim dedi. Yemek bir geldi, bak abartmıyorum cidden 1 kilo tabak, gözlerime inanamadım, arkadaş Çin restoranı lan, hani bunlar ufak tefek filan az yemeleri gerekmez mi? Biz tabi yemeklerin ancak 5'te 1'ini filan bitirebildik. Sonra kalanını da amca bari ziyan olmasın ben size bunları paket yapayım götürün evde yiyin çocuklar dedi. Elimizde memur gibi sefer tası tadında poşetlerimizi alıp yurdumuza döndük biz de. Sonra bi 5 kişi filan yedi yemeği yani, resmini çektim de ne kadar belli oluyor bilemiyorum.

Bu aralar bayağı bir İstanbul lafı ediyorum, ama cidden özledim yaa memleketimi. Hatta bugün duygusal şiirler bile yazdım, gerçi Orcan gıcık oluyor buna da, ne yapalım arada karalıyoruz bişiler benim hoşuma gidiyor şahsen. Birkaç gündür bir iyi, bir kötü olmaktan hava durumu gibi oldum. Ne yazık ki nasıl olacağım hakkında haftalık tahminler yapılamıyor dostlar, adeta İstanbul'un havası gibiyim, hiç güven olmuyor bana. Dersler İşletme-1 gibi olunca ben de tekrar 17 yaş triplerine mi girdim nedir, bilemiyorum. Ancak "Perşembe günü -yani yarın- kar yağacak" söylentileri beni gerçekten üzüyor dostlar, Ekim'de kar yağarsa Ocak'ta filan ne olur lan burası? Geçen çamaşırlarımı yıkattım, onları almak için dışarı çıktığımda, aşağıdaki dönerci abiden döner alırken muhabbet filan ediyoruz, Çok soğuk yaa, dedim, bu da bir şey mi yaa sen yeni geldin heralde kışın buralar eksi 20 derece oluyor dedi. Şu an için bu laflara inanmak bile istemiyorum dostlar, başa gelince çekilir diyerek arabesk havalar bağlıyayım.

Velhasıl böyle dostlar, soğuk havalar Perşembe gününden itibaren Balkanlar'da etkili olmaya başlayacak ama sağolsun bilgisayarımın hava tahminleri haftasonu için 16 filan gibi rakamlarla bayağı iyimser olduğu için beni mutlu ediyor. Aman ne diyelim, "Havalar nasıl olursa olsun, bizim havamız güzel olsun" demi şekerler. Öptüm, bayyyy...

21 Ekim 2010 Perşembe

Alors on dance?


Bir Sofya Günlükleri'nden daha merhaba sevgili izleyiciler. Açıkçası artık pek vakit bulamıyorum blog yazmaya. Zaten sanırım insanlar da biraz sıkıldı okumaktan (okuyorlarsa tabi :) Neyse işte zaten amaç arada takılmaktı blogta, bir de size burdaki hayat nasıl filan ondan biraz bahsetmekti. Herhalde edebi karizmatik filan konuşmak istesem "Deneyimleri paylaşmak" derdim. Şimdi biraz son günlerde neler yaptığımdan bahsedeyim.

Pazar sabahı 6:30'da uyandım dostlar, evet! Yakınlardaki (ne kadar yakınsa 2 buçuk saat filan burdan da) Rila Manastır'ını görmeye gittik, bildiğiniz okul gezisi tadında. Açıkçası sabah bu kadar erken kalkıp, sadece yol parası 21 leva ödeyip filan çıktığım bu gezi beni hiç de tatmin etmedi. Yani böyle yapıların tarihi, kültürel filan önemini anlıyorum da Turistik açıdan bana biraz pazarlama gibi geliyor sadece. Manastır 9. yüzyılda içindeki inancı bulmaya/yaşamaya giden bir rahip tarafından dağın tepesinde bir yerlerde inşa edilmeye başlamış. Bulgarların Hristyianlığa geçmesi açısından önemli filan. Adam 9 yıl dağda tek başına, öyle mağarada filan yaşamış, sonra da yavaştan bir manastır inşa etmeye karar vermiş, sonra onun takipçileri filan bitirmişler manasıtırı. Yani bir yandanBulgarlar için mabed gibi dini önemi olan bir yer, öte yandan bölgedeki Osmanlı hakimiyeti boyunca da Bulgar dili, kültürü, dininin korunması açısından adeta bir korunak olarak görülmüş. O yüzden bir diğer önemi kültürel ve tarihsel. Ama ne bileyim bu duyguları bir turistin sadece bu manastırı gezerek hissetmesi pek kolay bir iş değil. Dolayısıyla binanın mimari özelliği, içinde yer aldığı doğa, orada yapılabilecekler filan insanın ilgisini çekebilir. Yani 3 saatlik yol gidip, 2-3 saat orada hadi siz takılın dedikten sonra öyle manastırı biraz gezip, ormanda dolaşıp bişiler yeyip dönmek ve bir pazar günü ve grupçanak pek beni mutlu etmedi açıkçası. Neyse sonra dönerken yaa keşke Rus arkadaşlarımla takılsaydım diye hayıflanıyorum, bir yandan şehir merkezine vardık ama telefonlarını almayı sürekli unuttuğum için arıyamıyorum napıyorsunuz diye. Sonra Allahtan aynı otobüste karşılaştık da bende bir mutluluk hasıl oldu, beraber oturduk bişiler içtik filan. Kızlar çok sympa, heralde burda en iyi anlaştığım ve beraberken en çok eğlendiğim insanlar onlar o yüzden de tanıştığımız günden beri sürekli muhabbet etmece, dışarı çıkıp içmece filan gibi faaliyetlere katılıyoruz. En güzeli tabi sigara arkadaşım olmaları, odada sigara içmediğimden dışarı çıkıp tek başıma kalmak yerine onlarla hep beraber geiyk yapıp sigara içerek muhabbet edebiliyoruz. Neyse bu kadar iyi kalpli değilim tabi ki, yani saf değilim, kızlardan birisini çok beğeniyorum ismi Jenya diye okunuyor da Rusçası biraz daha karışık filan. Burada detayları vermicem tabi size, ama listemde bir numaraya oturdu diyebilirim. Bakalım fikstür belirlendikten sonra sonuçlar ne olacak?

Başka neler yaptım? Dersler muhteşem yaa, 1 hafta boyunca aynı ders, sonra bir grup projesi sonra sınav tadında, her hafta patlatıyorlar. Allahtan informatique gruplara bölünmüş de 1-2 öğle sonu dersim yoktu eve gelip dinlenebildim uyudum filan... Bu arada sağolsun hocalarım çok iyi davranıyorlar! İngilizce'den tabiki muaf olamadım, bize Oxford diye gayet dandik bir gramer sınavı verip 80 üzeri alan geçiyor dedikleri için ne hikmetse geçemeyip 2. gruba yerleştirildim. Bayaa gıcık oldum yaa bakalım dersler nasıl olacak, baktım sıkılıyorum gitmicem yaa, naparlarsa yapsınlar vallahi! Neyse kızdım biraz. Onun dışında muhteşem Fransızca Excel'e giriş yaptık informatique dersinde. A klavye, Fransızca ders takılıyoruz. Allahtan ben biraz anlıyorum bu konuları da, yoksa sınıfın çoğu Fransız dili ve edebiyatı mezunu ve bu derslerden ne anlıyorlar cidden merak ediyorum...



Bu arada birçok arkadaşım çektiğim resimlere bakıp ollum burası Sofya filan değil dediler. Bence de bi garip ya burası bayaa, mesela geçen gün şimdi bizi her gün Sofya İETT'den bir otobüs gelip alıyor ve okula götürüyor tamam mı? İşte sağolsun Bulgarlar şoföre abii gelmeyenler var beklicez, şu saatte gidelim filan demeye üşeniyorlar. Ben de öğrendim az-biraz bulgarca, olmadı ben söylüyorum. İşte geçen gün şoför bişiler soruyor, ortalıkta bulgar yok tabi, bizim Afrikalı dostlar da şaşkın çaresiz bakınıyorlar, gittim ben konuştum adamla. Dedim böyle böyle biraz daha beklicez. Ama sorun şu :Ben bulgarcayı konuşabiliyorum ama anlayamıyorum. Bi kağıt var öğrencilerden biri imzalıyor, tamam bindik deye... Neyse Başak kağıdı imzalanması gerektiğine karar verip aldı attı imzasını adam bişiler soruyor bu arada, ben de bulgar dostlara ya bi dakika baksanıza dedim. Adam meğerse Türkmüş, Başak diye imzayı görünce "Aaa sen Türk müsün?" dedi Başak'a. Ben de dedim ki Bulgarlara tamam yaa gerek yok size, abi Türkmüş biz hallederiz diye.... Ha ha ha, işte böyle dostlar. Sonra dün mü ne bişiler içmeye dışarı çıktık, hemen yanda süper ucuz bir kafe var, bira filan içiyoruz. Televizyonda Bursaspor-Manchester maçı filan var. Etrafta zaten 3-5 Türk restoranı/kafesi yakın filan. Rakı istesen var, ayran desen her yerde, yemekler Musakka, işkembe çorbası filan... Pek gurbette değiliz gibi yani burada. Ama dün Jenya'ya Nazım Hikmet şiirlerinin Rusçasını ararken işte bloguma koyduğum "Sofya'dan" şiirine rastgeldim de bir fena oldum. Bir gün belki ben de Sofya'yı anlatan bişiler yazarım filan... Neyse ben bir yandan böyle Rusça filan öğrenmeye/anlamaya çalışırken Jenya da sağolsun Türkçe öğreniyor. Seni seviyorum ne diye sorumuştu söyledim o da Rusçasını söyledi de unuttum gitti tabi. O da unutmuş da gidip Kazak kıza sormuş, o biliyormuş nerdense filan saçmalıklara gel. Sonra bugün sağolsun üzerimde telaffuz denemeleri yaptı. "Ben seni seviyorum" diyerek gerdi beni de hangi contexte te diyemedim utanıp. Tabi onun kankası Luba sürekli yanımızda olunca olmuyor da neyse. Yarın sanırım derslerden filan sonra, biraz dinlenip Tekila gecesi yapıcaz, şaka gibi şişesi burda 8 leva da!!! Haydi çav çav hacıboylar....

20 Ekim 2010 Çarşamba

Nazım Hikmet - Sofya'dan

SOFYA'DAN

Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.

Dünyayı sensiz dolaşıyorum,
Böyleymiş kaderim,
Elden ne gelir…

Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel.
Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,
Hele kavak,
Nerdeyse odaya girip
Kırmızı kilime oturacak…

Sofya şehri, büyük mü?
Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil,
Anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor,
Sofya büyük bir şehir…

Burada akşam deyince dökülüyor sokağa millet,
Çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı,
Bir gülüşme, bir uğultu, bir gürültü, bir kıyamet,
Bir aşağı, bir yukarı,
Yan yana, kol kola, el ele…

İstanbul’da da Şehzadebaşı’nda ramazan geceleri
- Sen o devre yetişmedin Münevver -
piyasa edilirdi tıpkı böyle.
Yok… Geçti o geceler…
Şimdi İstanbul’da olsam
Aklıma mı gelirdi onları aramak?
Ama İstanbul’dan uzak
Her şeyini arıyorum.
Üsküdar Cezaevi’nin görüşme yerini bile…

Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Bilmediğin gibi ağırladı beni hemşerilerin.
Doğduğun şehir kardeş evim bugün.
Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor.

Şu gurbetlik zor zanaat zor…

24 Mayıs 1957, Varna

16 Ekim 2010 Cumartesi

Onlar bunlar şunlar

Meir hay ba Is than boulll!!! Evet Eurovizyon gibi giriş yaptıktan sonra biraz bişiler yazayım dedim yaa. Birazdan Deuxiéme randevu olduğu için, duş aldım, giyindim, süslendim oturuyorum. Bugün dersim yoktu yaa, gerçi pek bişe yapmadım ama, bir anda buradaki atmosfer beni darladığı için her gün sabah 9 akşam 5 ders modundan biraz olsun kurtulunca sevindim. Gerçi informatique dersi için sağolsun hoca beni mühendis, ekonomist gibi kişileri koyduğu 4. gruba koymuş ama napalım artık. Perşembe günü resmen hayattan soğudum dostlar. İki günlük jeux d'entreprise oyununu 2. bitirdikten sonra bünyeler bir memnuniyet havasına girmişken 8 saat İşletmecilik, Sorumluluk, İş Etiği filan gibi konular -ki hem biliyorum, hem de üçbeş ders almışım- beni canımdan bezdirdi. Adam sağolsun bitürlü sunum için gerekli hazırlığı yapmadığı için, o boktan sunumu açana kadar canımızı sıkıyor. Yaptığı da bişe yok haa bizim elimizde zaten sunumun çıktısı var, onları okuyor bişe anlatıyor. Yani pratik olarak sunumun hiçbi katkısı yok. Hocamız sağolsun sıklıkla aslında sunumun burası pembeydi filan gibi açıklamalar yapıp teknik olanaksızlıklardan şikayet ediyor filan. Neyse artık dersin son saatlerinde ben patlıcam sıkıntıdan, molalarda sigara içiyorum, insanlarla geyiğe filan vurmaya çalışıyorum ama dedim yokk yaa yanımdakilerle geyik yapıp dersi bölücem ya da direk hocayla geyik yapıcam. Nasıl olsa ikisini de Fransızca yapmak zorundayım.

Dostlar yazının ilk kısmını dün çıkmadan önce yazmıştım da sonra devam edemedim öyle kaldı filan. Neyse işte perşembe günü bayaa sıkıldım, akşam bişiler içip uyumak istiyordum. Bu planda pek başarılı olamadım ama sonra artık bizim için adeta bir dizi setinden farksız hale gelen -her akşam ordayız çünkü, başka yer yokmuş gibi- Mona Roza'ya gittim, normalde beni Majdi dost aradı gel diye de, gittim o yoktu, bizim diğer Tunuslu dostlar var, bi tane de Cezayirli çocuk. Neyse onlarla içtik filan. Ben bi Amstel, bi Heineken alarak bira konusunda önemli bir adım attım. Sonra gelip yatmacalar. Cuma günü ders yok şahane şekilde, 11 civarında kalktım, biraz çeviri yaptım filan... Sonra yine Mona Roza'ya bu sefer kahve içmeye gittik, Başakla yolda Litvanyalı -en güzel olan- kızı da görüp onu da çağırdık, oturduk, takıldık filan. Akşam zaten milletle takılmaca diye, döndük biraz kitap okuyup dinlenmeye çalışmaca... Sonra çıktık işte nereye gideceğimizi kimse bilmiyordu. Neyse yakındaki bir yarı bar yarı gece kulübü bi yere gittik, fena bi yer değil ama Sofya standartlarında pahalı filan. Vodka portakal 5 leva, bira 4 leva filan. Neyse ben 2 votka, 2 bira bir de Wajdi dostun ikram ettiği -adını sonradan öğrendim, aftershockmuş- bir shotu içtim. Bayağı da bi sigara içtim tabi yine. Biraz dans filan ettim ama ortam beni yine darladı. Yaa anlamıyorum sanki bara gitmenin tek amacı insanların birbirlerine yazması gibi, herkes kız kapma peşinde. Mbaye dostun çok yerinde tabiriyle adeta bir "chasse", ayrıca nasıl bi grupsak neredeyse her kıza bir zenci düşüyor arkadaş. Adamlar bir garip, barda "Anne ben ırkçı oldum" diyecektim ya resmen, hani Rus kızlarla filan dans etmek için ortaya doğru gidiyoruz, adamlar direk sinek gibi üşüşüp kızları çevirip dans ediyorlar filan, ben de "Noluyo lan" denmeyeceği için neyse ya diyip bıraktım onları kendi haline. Ama dostlar inanılmaz eşleşmeler oldu yaa resmen, bildiğiniz herkes gözüne birini kestirip gidip yavşıyor filan vıcık vıcık ortam, oo güzel filan dediğim kızlar ne adamlarla bütün gece dans edip muhabbet kurdular, resmen hayattan daha çok soğudum. Bu arada 3. ve 4. lüğü aralarında paylaştırıp ikisi arasında bir karar veremediğim Rus kızlar, doğal seleksiyona uğrayıp elimde sadece biri kaldı zaten. Ama sanırım doğa bizim için iyi olanı yaptı dostlar. Öbür kız biraz saf salak, Jenya'dan ise şu beraber geçirdiğimiz birkaç günde bayağı etkilendiğimi ve kendisini listede 3. sıraya taşıdığımı söylemeliyim. Kızın garip bir karizması var, bi kere çok tarz giyiniyor, süper güzel değil ama gözleri böyle açık mavinin en deruni tonlarından biri filan, acayip komik ve rus aksanıyla Fransızca konuşunca tüm bunlar bir arada sanırım etkileyici oluyor. Ama sağolsun Orcan dost Rusya'daki abisiyle konuşup dün gece öncesi "ollum, onlar kız-erkek arkadaşlığı yakınlaşması filan pek sallamazlar, direk mevzuya gir" diyerek önüme ciddi hedefler koyup beni biraz gerdi. Öyle ki kıza aşık olmaktan da korkuyorum, yanına yanaşmaktan da... Bu arada ne biçim blog oldu lan bu, bir genç kızın gizli defteri tadında! Yayınlamasam daha iyi sanki bu yazıyı da, bilemiyorum bakıcaz... Neyse sanırım bizim eğlence kültürümüz genel olarak diğer insanlarla pek özdeş değil. Hepimiz bara eğlenmek için gidiyoruz ama onlara göre eğlenmek bi hatun bulup dans etmek gece de olursa eve atabilmek, benim içinse arkadaşlarla içip eğlenmek, geyik yapmak sonra hep beraber gidip bişiler yiyip kahve içmek ve uyumak... Allahtan sonra Tunus, Cezayir, Fas ve Rusya ekibi olarak gidip kebapçıda mercimek çorbası, Adana dürüm yiyip çay içerek sabahın 6 sında eve geldim filan da biraz daha iyi hissettim kendimi. Bu arada ben size dmeiştim yaa Kazak kızın annesi Rusmuş arkadaş, öyle kazak olmaz çünkü biliyorum, kız Rusça, kazakça, ingilizce ve Fransızca biliyor ama Fransızcası filan kötü neyse bunu sonradan ekledim mevzu budur...

Bugünse grup projesi için toplanamamız gerekiyor diye 11 gibi kalktım da pek toplanamadık yalan oldu filan, biraz çalıştım ben de tek başıma. Sonra rus kızlar hadi gel sigara içelim filan dediler allahtan, gerçi ben önce oo naber filan tadında girdim feysbuktan filan da neyse tüm sırlarımı anlatıyorum, umarım başka kimse okumaz hehehehe.... Sonra işte uyanamadık yaa kahve içelim filan dediler, dışarı çıktık kahve içtik, sonra Başakla biz süper markete filan gittik, geçen gün bi patates kızartması üzerine peynirli süper bişe yemiştik ben de açım işte gel başak yaa gidip yine ondan yiyelim, bişiler içelim dedim. Ve ilk kez mastika'yı yani Bulgar rakısını tattım, biraz şekerli ve sert bi rakı, çok beğendim diyemicem. Sonra da yine Majdi dost aradı bi kafedelermiş gelin dedi, gitik yine baya kalabalık tüm Magrep ve Doğu Avrupa orda, bi kahve içip ayrıldık. Ben de gelip işte bunları yazdım dostlar. Birkaç gündür pek iyi değilim, sanırım İstanbul'u arkadaşlarımı filan özledim, yarın sabah 6 da kalkıp Plovdiv yakınlarındaki Bulgaristan'ın en önemli tarihi mekanlarından biri olan Rila Manastırı'na gideceğiz, ben de biraz kitap okuyup yatarım heralde. Kendinize iyi bakın hacıboylar, ay lav yu ol!!! (Kız gibi yazmaya başladım, sonumuz hayrola...)

13 Ekim 2010 Çarşamba

Cesaretin Var mı İşletmeye (Jeux d'entreprise)?

Sofya'da günler geçmekte... Geleli 15 günden fazla olmuş. Alıştım sayılır burda böyle yaşamaya. Başak gelmeden önce rejim yapıyordum. O geldikten sonra da karar vermiştik, hafta içi takılmaca yok, haftasonu yemek ve alkol serbest diye... Ama gelin görün ki takılmalara aynen devam dostlar. 2 gündür yazmıyorum, bu süre içerisinde zamanımızın neredeyse tamamı Jeux d'entreprise yani işletmecilik dersi ile geçti. Hepimiz gruplara ayrıldık ve bir şirket yönetmeye başladık. Yaptığımız işe nehir turizmi denebilir sanıyorum ki. Grupta tek işletmeci ben olduğum için pazarlama ve finans gibi şeyler bana kaldı haliyle. Aslında eğlenceli bir o kadar da stresli bir oyundu diyebilirim. Toplam 4 karar veriliyor ve bu 4 yıllık bir yönetime denk geliyor. İlk yılı 5. sırada tamamladık ki 12 grup vardı ve gerekli pazar araştırmalarının hepsini ilk periyotta satın almamış olmamıza rağmen iyi bir ciro elde ettik. Sonraki hedefimiz ilk 3 içerisine girebilmekti, 2. turda bunu da başardık. Ancak 3. tur gerçekten büyük bir hayal kırıklığı oldu, fiyatımızı arttırdığımız için bu yıl 7. olabildik ve ciddi bir para kaybettik dostlar. Ama anladık ki fiyatı arttırmamak ve ciddi bir yatırım yapmak gerekiyor bu oyunda. Grup arkadaşlarımın hepsi bana güveniyor, ben onlara şöyle yapmalıyız çünkü... şeklinde sürekli açıklamalar yapıyorum, onlar da onaylıyor ve aksiyona geçiyoruz filan. Grupta bir Senegalli, bir Bulgar, Bir Litvanyalı, bir Kazak, bir Arnavut ve tabi bir Türk var. Ve oyun iki master programı öğrencilerinin karışımıyla oluşuyor. Yani bir MBA yapanlar, bir de Social and Solidary Economy masterı yapanlar var. 3. turda 7. olmak bizi bayağı üzdü, ama hatanın nerede olduğunu çabuk anlayıp benim daha 2. periyotta öngördüğüm üzere oyunu 2. bitirdik. Tabi bütün grup arkadaşlarım "Grace a toi" diyerek beni hem onurlandırdılar hem de utandırdılar. Hatta Arnavut kız sağolsun bana "Ollum sana yakında Bill Gates iş teklif ederse şaşırmam" filan bile dedi. Ancak bunun karşılığında bu akşamki Fas, Tunus, Türkiye ve Arnavutluk buluşmasında ben kıza "Aaa sen müslüman mısın? Ya kusura bakma ama Arnavutluk'un komşuları kim?" filan gibi sorular yönelterek onu biraz üzdüm. Sonra da hemen suçu bizim Batı yönelimli eğitim sistemimize, Arnavutluk'un nüfusuna, Osmanlı'nın şöhretine filan atarak geçiştirdim. İşin garibi buradaki arkadaşların önemli bir kısmının yakın arkadaşları filan Türklerle evlenmişler, hepsi Türk dizilerini izliyor filan. Dolayısıyla herkes Türkiye hakkında bir bilgi sahibi, biz biraz Avrupalı/Amerikalı snobluğundayız burada. Hatta Bulgarca'da olduğu gibi Arnavutlukça (nasıl denir lan Arnavutluk'un resmi dili?) çay filan diyolarmış. Zaten tüm insanlar bana bildiği Türkçe kelimeleri söyleyerek beni utandırıyor. Bu arada bugün yine Türk kafesinde buluşup kahve filan içelim dedik işte. Ben önce kahve içtim, sonra baktım Tunuslu dost Karim yani Kerim bira içiyor dayanamayıp ben de içtim yaa. Kendimi tutmasam çok rahat alkolik olabilirim burda. Bira kafe-restoranlarda 1,5 leva filan zaten. Güzel de biraları Allah var. Buranın en iyi biralarından biri, sanırım biizm Efes'e yakın olan Zagorka'yı denedim ve bardağın üzerindeki "Yes, we can do it" in komünist el hareketli sembolü vardı da pek bir hoşuma gidince bugünkü yazımı bu resimle süsleyeyim dedim.

Bu iki gün içerisinde oyun oynamak dışında neler oldu? 1-Bence en önemli kazançlardan birisi Rus kızlarla yakınlaşmamdı. Aynı fakülteden filan gelmiş 2 tane Rus kız var tamam mı? Bunlar bayağı güzel, gayet tarz giyiniyorlar filan... ama sürekli sadece ikisi var, arada Ermeni çocuk bunlarla Rusça konuşuyor filan, dedim ulan keşke Rusça bilseydim filan. Ben sanıyorum ki kızlar kendi arasında takılma düşüncesinde. Sonra okulun önünde sigara içiyorum, kız bana bişe sordu filan şaşırdım bayağı. Zaten sigaranın sosyal yönünü keşfetmek gerekiyor, resmen sigara içenler süper kankaya bağladık. Her molada geyikler filan. Neyse ben tütün içiyorum, böyle renkli filan giyiniyorum yaa, bir dikkat çekmece... Neyse kız bana bişe sordu işte, ben ilk önce anlamadım, sonra baktım bana diyor Fransızca bişiler. Neyse efendim hulasa 2 gündür beraber yemeğe gitmeceler, sürekli konuşmacalar filan. Kızlar St. Petersburg'tan geliyorlarmış, biz de insanlarla Fransızca konuşmak istiyoruz filan diye dert yandılar. Aynı odada kalıyorlar filan, sanırım önümüzdeki günlerde "Soğuk denizlere çıkma" politikası izleyeceğim. Top 5 listemi yavaş yavaş oluşturuyorum. Şu an listenin bir numarası halen değişmedi: Kazakistan. 2 numarada ev sahibi Bulgaristan. 3 ve 4 Rusya, çünkü bu iki kızı birbirindn ayıramıyorum yaa, hangisi daha güzel diye sorsanız bir karar veremem, eşitlik verdim ondan. 5 numara da Ukrayna geliyor. Ortak özellikleri renkli göz! Gelecek günlerde rekabet oldukça iddialı olacak gibime geliyor. Bu arada işletme derslerinde genel bir beğeni ve takdir kazanmam, Bulgarca öğrenmeye çalışmamdan gelen ev sahibi Bulgaristan sempatisiyle birleşince hanemde bayağı artı var şu an ama tek sorun ben biraz soğuk davranıyorum herkese karşın. Başak'ın iddia ettiği üzere Gürcü kız benden hoşlanıyor mu, hiç emin değilim. Çünkü kız benle hiç konuşmuyor neredeyse. Gerçi ben de Kazak kızla hiç konuşmuyorum da... Kızla arada göz göze geliyoruz filan, ben yine bildiğiniz tıkanıyorum. Listede en rahat konuşabildiğim kız Bulgar Maria. Tabi bunda yoğun Bulgarca öğrenme çabam da etkili olabilir, kızın güzelliği ve sevimliliği de bilmiyorum.

Bu arada bazı arkadaşlarla feysbukta konuştuğum üzere burada adeta orta sınıfın üst segmentinde kendimi buldum dostlar. Magreb ülkelerini daha yakındna tanıma fırsatı buldum, Arap ülkelerine mesafeli yaklaşımımda mesafe kat ettim, komşu ülkelerimizi - Bulgaristan'dan başlayarak- keşfetmeye başladım ve hiç bilmediğimiz ülkeler (Litvanya, Komor adaları, Senegal, Haiti...) hakkında biraz da olsa bişeler öğreniyorum. İnsanlar arasındaki ilişki Fransa ile karşılaştıramayacağım kadar sıcak, samimi, yardımsever ve saygılı. Bilhassa bir Türk olarak evimde gibi olma rahatlığını yaşıyorum. Adeta yerini ve ruhunu bulmuş bir insan kimliğindeyim dostlar. Sizlere nasıl anlatabileceğimi de tam bilmiyorum, birkaç defa anlatmaya çalıştım ama belki sıkıldınız aynı şeyleri duymaktan, belki aynı hissiyatı paylaşmadınız benimle bilemiyorum. Neyse hepinizi Sofya'ya beklediğimi belirtir, gözlerinizden öperim. Haydi dovijdane!!!

11 Ekim 2010 Pazartesi

Obiçham Te Lubima



Evet değerli dostlar, derslerin ve sosyal ilişkilerin başlaması sonrası hergün bloguma yazamayacağımı daha önceden belirtmiştim. Nitekim öyle de oldu! Dolayısıyla sizler Cumartesi gecesi kaldığım yerin hemen karşısında gittiğim Cotton Club akşamından sonra neler olduğunu pek bilmiyorsunuz...

İyi bir giriş yaptım bana kalırsa, izleyicinin ilgisini çektim, onu yazının geri kalanını okumaya teşvik ettim. Amma velakin öyle süper haberler, dedikodular duymak isteyenler hayal kırıklığına uğrayacak! Çünkü gidişim suskun olsa da dönüşüm muhteşem filan olmadı tabi.. İlk önce biraz Cotton Club ve cumartesi gecesinden bahsetmek isterim izin verirseniz. Efendim Cumartesi hep beraber şehir merkezinde toplanıp, bir yere gitme fikrimiz fena olmadı. Önce sanki kimse gelmeyecek gibiydi, hatta bir ara sadece bu hareketi başlatan Bulgar dostumuz Maria, Mbaye, ben ve Başak olucaz filan izlenimine kapıldık. Sonra biraz geç kaldık tabi Başak'la biz Türk misali... Velhasıl sağolsun dostlar bizi beklemişler. Ve bayağı kişi de vardı. Bir kez daha Bulgar şarabını tatma fırsatım oldu ve hiç fena bulmadığımı söylemeliyim. Sonrasında biz tekrar eve dönüp gece dışarı çıkma planlarıyla yanıyoruz. Cotton Club işini de Gürcü kızlar organize etti. Biz pek emin değiliz tabi gidip gitmemeye, ayrıca sadece onlar olursa fena filan diyoruz. Neyse 11'de buluşulacak bir aşağı indik "Il y a du monde" tadında! Bu arada bizim okuldan olmayıp, "bir arkadaşın arkadaşı" tadında Tunuslu bir çocuk da bizle geldi. İyi ki de gelmiş, Bulgarca tüm sorunlarımızı çözdü sağolsun. Neyse bu çocuk sabah "ollum o kadar çok Arap Afrikalı var ki Fransa'da, Fransa yakında Republique Islamique Française olursa şaşırmayın" esprisiyle kanımızı ısıtmıştı kendisine. Gittiğimiz yer Sortie filan gibi bir yer: Cotto Club yani Pamuk kulübü. İçeri giriş 5 levaydı, 1 leva vestiyer, bir şişe votka açtırdık 80 leva filan civarındaydı ki herkes ulan ne kadar pahalı diyor, hafta içi 35 leva filanmış, zaten süpermarkette Sobieski vodka yanında meyva suyu hediyeli 15-20 leva civarında. Neyse orada işte bir köşemiz oldu, biraz dans edip içtik (sigara da içtik tabi, yasak burada parlementoda kabul edilmemiş). Süper eğlenceli bir gece değilse de kaynaşma yolunda güzel bir adımdı. Pazar günü saat 4'te kalkıp, biraz takıldım öyle salakta. Sonra daha önceden görmüş olduğumuz "Kebap House" a gittik Başakla, çorbamız Adana kebabımız ayranımızı içtik bir güzel. Öncesinde çamaşırlarımı yıkatmaya verdim, banka hesabımdan ilk kez para çektim (100 leva, komisyonla 51 küsur euroa denk geliyormuş) filan. Bir pazar böyle geçti...

Pazartesi gününe geldiğimizde yine saat 7'de kalkma ve 8'deki otobüs servise yetişip okula gitme telaşı. 7-8 saat üst üste Girişimcilik diye çevirebileceğim "Entrepreneuriat" dersi gördük. Adam tam bir Nouvelle Vague aktörü sesiyle konuşan uzun süre Kanada'da yaşamış bir Fransız. Neyse derste bugün konu "Marketing Myopia" ya geldi, ben de sağolsun Djamshid Assadi'nin hiç unutmadığım bilgileriyle açıkladım. Geçen gün de muhasebe dersinde Milton Freedman hocanın aklına gelmedi de örneklerden yola çıkarak ismini buldum filan. Sınıfta ekonomi-işletme yapan çok az kişi olduğundan biraz çakıyorum mevzuları filan... Bugün yine Bulgarca açısından baya verimli bir gün oldu, yeni şeyler öğrendim. Adeta Türk dostu Aurelie gibiyim burada, Bulgarca konuşma çabamla gönlüne girdim yerel halkın. Tabi öğrendiklerimi sürekli güzel Bulgar kızına appliqué etmek motivasyonuyla çalışıyorum. Yani sormak/söylemek istediklerimin önce bulgarcasını öğreniyorum, sonra kızı görünce bir bir projelerimi hayata geçiriyorum filan. Bugün günaydın, naber filandan sonra adını da Bulgarca sormam sanırım sempati hanesine yazılmıştır. Neyse daha sonra Alex dosttan bir dilin olmazsa olmazı "Je t'aime"in Bulgarcasını öğrendim. Dolayısıyla proje sonunda zafer kutlamasını inşallah yapabileceğim bir cümle kurdum Bulgarcada. Şöyle: "Ti si mnogo karesiva. Obicham te lubima!" aynen şiir gibi çok güzel oldu bence, meali de (Fransızca yazayım hahha) : "Tu es trop belle. Je t'aime ma chérie".

Neyse bir haftadır filan büyük projem burada yorgan ve nevresim takımı alarak, yatağımı biraz daha rahat ve mutlu bir yer kılmaktı. Aşağıda hergün açılan pazar gibi bir yer var. Orada bir adama sormuştum 30 ama sana 25 yaparız demişti, sonra yanda bir kadın teyze vardı o da direk 30 dedi ama pek çeşit yok diye ben adamdan alayım dedim. Carrefour filan gibi bir yerden alsam daha mı ucuza gelir aceba filan diye de düşündüm. Sonra yok pazardan alayım dedim, ben alayım pazarcı kazansın, Bulgaristan kazansın yani ben kazanayım dedim ama geç kaldım kapanmıştı filan, yaklaşık 1 haftadır yorgan alayım diye uğraşıyorum yani. Hatta "Yorgan savaşları" adında bir bilim kurgu roman bile yazabilirim. Hatta geçen gün tamamen Bulgarca bir diyalogla teyzeden alıcaktım yorganı, gerçi Yorgan Bulgarcada yurgan, çarşaf çarşaf, yastık kılıfı da kılıf za bilmemne yani sadece yastık farklı onu da bir türlü öğrenemedim zaten... Neyse efendim sonunda bugün 30 levaya yorgan, yastık, çarşaf ve yastık kılıfı alarak evime döndüm ve büyük bir heyecanla arkadaşlarla beraber (Niyeyse?) yatağımın görünüşünü tamamen yeniledik. Gerçi tam istediğim gibi bir desen bulamadım dostlar ama inanın burada lüks algım değişti. Bok gibi bir binada yaşamama rağmen hayatta en büyük arzularımdan birisi "odamda keşke balkon olsa". Ne yapacaksam balkonu... Yatağım resimde gördüğünüz gibi belki güller filanla biraz fazla romantik oldu ama burada moda diye bir şey olmadığından oldukça rahatım, ısınayım yeter diye düşünüyorum. Yani gösterişten ziyade fonksiyonel olması eşyaya değerini katıyor burada. Bu arada girişimcilik dersi için gruplar oluşturup şirket kurma projesi hazırlamamız gerekiyor. İlk önce birkaç Bulgar kız bizle aynı grupta ol yaa filan dedilerse de sonra adam fazlası olup beni attılar, ben de Senegalli diğer dost Aba Baci'nin teklifine evet cevabı verdim, bir de ne göreyim Kazak güzel de bizim grubumuzda olacakmış. "Tant mieux" diyorum dostlar. Turnuva daha yeni başlıyor, takımlar form tutmaya ve kendilerini göstermeye başladılar, en azından gollü beraberlik beni bu gruptan lider çıkarır inancındayım. Bu blogu okuyan tüm arkadaşlarımı öpüyorum ve sizi çok seviyorum mucuk mucuk.... Okumayanları sevmiyorum pis arkadaş onlar bööeööeööe.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Ze Ze Dadınne...

Evet sevgili dostlar henüz odama dönmüş bulunuyorum. Bugünün en önemli sözü sanırım ze ze dadın ne gerçi ne anlama geldiğini bilmiyorum ama Bulgarca ilk şarkım bu oldu. Gerçi belki diğerleri de bulgarcaydı bilmiyorum. Bu gece kaldığım yerin hemen karşısındaki Sofya'nın en büyük gece kulübü dedikleri yere gittik berabercene. Bir daha hep beraber gider miyim bilmiyorum. Bildiğiniz Sortie gibi bir yere gittik 15-20 kişi. Tabi şişe açtırmamız gerekiyor, yerimiz olması için neyse bikaç genç açtırdık bi şişe votka. Şarkılar bildiğiniz oryantal tadında, striptiz yapacak gibi duran daha doğrusu durmayıp milleti coşturmak için dans eden ablalar vardı. Gerçi sonra o ablaları vestiyerde yerde oturup sigara içerken görmek üzdü beni, bildiğiniz çalışan yani... Neyse biraz eğlendik ama sonra ben kendimi içki ve sigaraya verdim yine pek kimseyle konuşmadım. Kazak kızın gelmesine sevindim ama bütün gece yanında oturup hiç konuşmadım kızla. Arkadaş o utangaç dediğim kız bir danslar ediyor aklınız almaz, Başak sağolsun gerçekten süper iletişimsel bir insan olduğu için yanına oturur oturmaz konuşmaya başladı sonra da dansa kaldırdı kızı. Kız çok güzel yaa, ama gruptan çıkma ümidi gittikçe düşüyor. Neyse artık önümüzdeki maçlara bakıcaz...

Bugün sabah 10 gibi kalkıp biraz çeviri yaptım. Sonra gidip aşağıdaki pastane gibi yerden ıspanaklı börek aldım. Ama bu Bulgarların "patisserie" konusunda sıkıntıları var. Mesela börek çok büyük ve 1 lev, arkadaş ikiye bölsen 50 kuruşa satarsın filan yani. Hem çok yağlı, biraz İstanbul tadında gerçi. Sonra Tunus'lu dost Majdi arayıp "Abi biz Türk restoranında oturduk kahve içiyoruz, gelsene" dedi. Mbaye, Başak ve ben gittik. Gerçi başak sonradan geldi. Yine Emel Sayın, Sezen Aksu gibi şarkılarla yurt özlemimimi hepten giderdim filan. Çocuklar 2-3 yıldır buradalarmış ve bu semtte en iyi kahve burada filan diyorlar. Sütlü kave istedim ben de tabi Alex dost bulgarca söyleyecekti dur yaa bunlar Türk'tür ben anlatıırm derdimi deyip gayet güzel Türkçemle meseleyi hallettim. Yani Bulgarlar burada yabancı konumunda kalıyor filan. Sonra süpermarkete gittik başakla, öncesinde terlik çöp kovası filan aldık ona sonrasında da Bulgar hattı. Bildiğiniz eski pasaportuyla almayı başardık hem de, kadın hallederiz deyip, halletti gerçekten filan...

Öğleden sonra IFAG'lı dostlarla şehir merkezinde buluşup yemek filan yiyip bir kadeh birşeyler içtik, iyi oldu. Gün geçtikçe kaynaşıyoruz birbirimizle. Tabi fransızca filan iyi geliyor... Neyse lafı çok uzat(a)mayacağım. Biraz votka içtim, artık uyusam iyi olur dostlar. Kendinize iyi bakın...