30 Eylül 2010 Perşembe

Dört Köşe Sofya

Bugün Mbaye yoldaşın saat 5:30’da Soner Soner nidalarıyla uyandım. Anam noluyor lan dedim bi an, Sonercan su istiyorum dedi, kalktım su verdim ona, ne olduğunu pek anlamadan. Sonra dişim ağrıyor dedi, üzüldüm, yapılacak bir şey yoktu yattım. Sabah kalktığımda çocukcağızın sağ yanağı balon gibi şişmişti. Dişim çok ağrıyor dedi, sabah 8. Uyuyamamış bütün gece, yataktan çıkamıyor. Hem fransızca, hem afrika aksanı hem de diş ağrısıyla hiç anlaşılmayan bir dilde konuşuyordu benle. Sorumlumuz Mösyö Galabov’u aramak lazım dedi, ben de tamam dedim, ama pek anlamadığımdan hemen aramadım adamı, neden sonra Mbaye bir daha Galabov’u arayalım dedi, aradım durumu anlattım. Bulgar bir dostu ilaç almaya gönderip dişçiden randevu almış Galabov. Gelen ilacı suya karıştırıp Mbaye’ye içirdim, sonra biraz uyumaya çalış diyerek çevirinin başına geçtim. Dişçi randevusu öğleden sonraydı, Galabov’da saat 1 gibi geleceğini söyledi. Neyse ki acısı biraz dinen Mbaye dost, bir süre sonra uykuya daldı, uyandığında da pek iyi görünmyordu, birkaç kez Mösyö Galabov’la telefonda konuştuk, Nasıl ? dedi, pek iyi görünmüyor dedim. Daha sonra bir daha aradığında nasılsa beni Mbaye sanıp öğütler verdi, ben de yıkmadım adamın hayallerini “Oui monsieur, d’accord monsieur, merci monsieur” diyerek geçiştirdim. Bir ara kahvaltı için meyve almaya indim, her zamanki abladan bir şeftalimsi bişey bi de muz aldım, sonra kulağım için pamuk lazım olduğundan markete gittim. Aslında önceden aradığım şeyin Bulgarcasına sözlükten baksam çok daha iyi edicem ama hep “bi şekilde hallederiz yaa” diye geçiştirdiğimden bazen saçma sapan diyaloglar filan oluyor, an geliyor donuyoruz satıcıyla, öyle boş boş birbirimize bakıyoruz filan... Neyse girdim dükkana, baktım kulak çöpleri filan gibi şeyler bi yerde aradım bakındım pamuk gözüme çarpmadı, kadına “I’m looking for cotton” filanlı cümleler kurdum, Fransızcası da aklıma gelmedi ya nasıl anlatsam diyorum kadın “Pamuk” dedi. Hah dedim yaa, hassiktir Bulgarcada da pamuk deniyor, iyi güzel... Sonra süt alıcam, milk dedim kadın anlamadı, dedim bu da süt çıkar şimdi süt filan dedim kadından yine ses yok, neyse diğer arkadaşına sordu ne istiyor lan bu çocuk diye, kadına milk dedim yes dedi, ohh dedim. Ama ben küçük istiyorum, buzdolabımız yok, nasıl saklıcaz, canım çekti sabah sabah bir bardak içsem yeter, neyse olmadı anlaşamadık ben de büyük süt aldım geldim evime....

Neyse sonra Mbaye’nin Senegalli dostları geldiler, biraz durdular ki Galabov imdadımıza yetişti, hepsini alıp dişçiye gitti. Sanırım komik olaylar olmuş akşam anlattılar biraz ama 3 Senegalli, 1 Fildişi Sahili, 1 de ya tam bilmiyorum Koda filan gibi bi ülke varmış oralı bir kız, bunlar kendi aralarında Afrikan Fransızca takıldıklarından hepsini anlamadım ama hep beraber güldük filan... Dişini çekmişler Mbaye’nin, şimdi iyi gibi. Neyse biraz da kendimden bahsedeyim. Bugün sonunda şehir merkezini gördüm dostlar! Gerçi bayağı yorucu bir süreç oldu bu. Kaldığım yerin de ne kadar şehir dışı olduğunu anladım vesselam. İlk önce bizim aşağıdaki dönerci abiye, burdan merkeze nasıl gidilir dedim, minibüsle git dedi, ben de aylık sınırsız akbil gibi bişey olduğundan hayır otobüsle gitmek istiyorum dedim, Bulgar yardımcısı (ki eleman Türkçe yi benim sayemde ilerletiyor, bkz. Abi sana ne verim filan gibi...) ile bişeler konuştular epeyce pek anlaşamadılar. Neyse en sonunda dönerci abi 94 numaralı otobüse bin şoföre şimdi hatırlamadığım, aslında hiç öğrenmediğim bişeler söylememi salık verdi, ben bi şekilde hallederim düşüncesiyle ayrıldım dönerci dükkanından, nasıl olsa otobüsün numarası vardı, şehir merkezi de 10-15 dakika demişti burdan Mbaye dost. Bindim otobüse, etrafa baka baka gidiyorum, ya birine sorucam ben merkeze gitmek istiyorum diye hatta merkezin Bulgarcasını da biliyorum (Tsentır) ama bunlar ingilizce bilmiyor ya darlamıyim kimseyi dedim, bir de hepsi kız yanlış filan anlarlar diye sormadım, nasıl olsa merkez kendini belli eder yaa dedim. Bir ara bir ormana girdik, çıktık, trafik arttı, dedim merkez bu taraftadır, ama inmedim, biraz daha bakınim diye, sonra otobüs değişik yerlere gitmeye başlayınca ineyim ya en iyisi nasıl olsa yavaş yavaş dolaşırım diye düşünüp indim bir yerde. Elimde harita yok, şehri hiç bilmiyorum, Bulgarca bilmiyorum ve etrafta Turizm ofisi gibi bir işaret de hiç görünmüyor. Neyse yürüdüm, yürüdüm.... ama bildiğiniz orman yaklaşık 10 dakika orman yolunda (şose) yürüyüp iki kişiyle filan karşılaştım, onların da tipini beğenmediğimden arkadaş merkeze nasıl gidilir diye sormadım. Sonra baktım yolda Tsentır için sola dönün ibaresi var, iyi dedim bulucam merkezi, arkadaş sola da döndüm tamam merkez solda da ne kadar ileride bilmiyorum, yürüdüm... Etrafta güzel yapılar filan, trafik hafiften yoğun, tamam doğru yolda olma hissiyatı... Kalabalık caddelere vardım böylece, birinden başladım yürümeye, Sofya’da nerden yürüsen Vitosha caddesine çıkar diye duymuştum dedim çıkarım elbet, sonr abaktım çıkamıyorum güzel gördüğüm sokaklara girdim. Dolanıyorum öyle, bir yandan da açım yaa! Zira geldiğimden beri çok az yemek yiyorum, işte sabahları meyve, öğle sonrası belki pizza, akşam da ne bulursam yemek... Bir baktım kcoa bir bina, görkemli filan, ohh Vitosha’ya varmışım! Buranın İstiklal Caddesi diyebilirim Vitosha’ya ama biraz daha geniş daha sadesi filan... Neyse çıktım bu caddeye biraz yürüdüm şöyle şirin, çok tiki olmayan bi restoran arıyorum, neyse dedim baktım bir yerde böyle börek gibi şeyler var en iyisi 1 tane alim de yiyim diye içeri girdim, baktım şahane sulu yemekler var ohh iyi şansım var diye düşündüm. Adama gösterdim, “I want this one” filan diyorum, adam piliçka sotes gibi bişe dedi ohh dedim yaa bu da aynıymış, tamam piliç sote istiyorum dedim, sonra pilavı gösteriyorum adam pilav diyor, dedim arkadaş bu ne biçim dil, türkçe konuşsam anlaşıcam herkesle niye İngilizce’yle bünyeleri geriyorum. Baktım adam türkmüş, ulan dedim yaa her yer türk, herşey türkçe, sanki başka bi ülkede değilim de Türkiye’nin bir bölgesindeyim, akşam yürürken sokaktan Emel Sayın sesi filan geliyor o derece... Neyse orda piliç sote, pilav, pide ekmek ve ayran (ne hikmetse ayran 500 ml!) dan oluşan menümü afiyetle yedim, çıktım. Biraz daha dolaştım, bikaç kilseyi gezdim, yürüdüm, yürüdüm, sonra yanlış yöne doğru yürüdüğüm için (Vitosha’ya çıkar çıkmaz bir Sofya haritası almıştım, ama haritada yerimi epeyce bir süre bulamadığımdan, kafam karışmıştı) tekrar Vitosha’ya döndüm, dedim bari bir bira içim de evime döneyim. Bu arada biliyorum Bulgarcada bira bira, aynı yani... Garsın kıza edna bira molya dedim, kız tabi haliyle Bulgarca şişe mi kutu mu filan gibi sorular sordu snaırım ben de ingilizceye dönüp in the bottle dedim. Tabi Türkiye’deki gibi değil ki arkadaş bira isteyince envai çeşit bira var, kız sayıyor, dedim ki “Do you have Bulgarian beer?” kız “Sure” diye cevap verip sayıyordu ki ilk birada yes please diyip yine yanlış hatırlamıyorsam “WYUMONCKA (okunuşu Şumonska şeklinde)” birası ve bir bardakla döndü. Ben aceba bira 50’lik mi 33’lük mü diye düşünürken biranın 360 ml olduğunu gördüm, ne garip değil mi? Neyse içtim 3 levamı ödedim, ve kıza “peki ben şimdi Studenski Grad’a nasıl giderim diye sordum. Kız bir afalladı, merkeze gidicem deyince dönerci abide afallamıştı zaten neyse bi anlatamadı, müşterilerden birine sordu filan, sonunda benim metroya gidip bilmemne durağında inmem sonra da yürümem gerektiğine karar verildi. Taksi de tutabilirmişim ama hanım kızımız pek hayırlı olmaz sen en iyisi yürü dedi. Ama kaç numaralı tramvaya binicem sorusu cevapsız kaldı. Metro durağına kadar yürüdüm, bir süre etrafıma bakıp kimi darlasam diye düşündükten sonra, kulaklık olması dışında gerekli özellikleri taşıdığını düşündüğüm gençten bir çocuğa can alıcı soruyu sordum: “Studenski Grad’a nasıl giderim?”. Çocuk bir süre kayglı durdu, ben böyle böyle dediler şu durakta inersem gidermişim ona nasıl giderim diye sorarken, çocuk bambaşka bir yol tarif etti. Önce metro sonra otobüsle gidecektim. Nerde inicem dedim, çünkü durak adları ya yok ya da olsa bile hızlı bir şekilde okunamayacak kadar Bulgarca yazılmış. Çocuk bir ormanı geçeceksin sonra in dedi tramvaydan. Ulan diyorum çocuk orman dedi de ağaçlık alan filan mıdır, nasıl orman derken, cidden bir ormana girdik, şehrin ortasında bildiğiniz orman ve ortasından tramvay geçiyor. Ama ormanda bir durak var imiş, ben yanımdaki liseli çocuğa Semeterya diyip el kol işaretiyle burası mı dedim, o da önce ingilizce bilmiyom dedi de bikaç kelime bulgarca konuşunca, hayır anlamında Ne, ne dedi, next one dedi. Bir şekilde ordan inip otobüsün yolunu da bulunca sorun kalmadı zaten indiğim yer de tam burasıydı ve aynı otobüse dönüp evime dönebilecektim artık. Geldiğimde nasıl yanlış bir yoldan şehre gitiş olduğumu da burda acı bir şekilde anladım ama neyse diyip bünyeler biraz rahatladığından kulaklığımı takıp müzik dinleyerek, biraz durağı kaçırırım telaşı dışında rahat bir şekilde evime döndüm. Gelince Mbaye dosta nasılsın dedim, iyiymiş, dişini çekmişler, adam fırını yakıp ısınmaya çalışıyor odada, üşüyen Afrikalılar, diğerleri de geldi ellerinde eldivenler, kafada bere filan ulan kışın napıcak bunlar diye düşünmeden edemedim... Neyse böyleyken böyle efendim, yarın resmi açılış var, heyecan başlıyor!!!

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bir Sofya İki Sofya Üç Sofya

Sofya’da üçüncü gün yağmurlu geçti sayın izleyiciler... Eee, hal böyle olunca da ben yine şehir merkezini göremedim. Sabah hep erken kalkayım diyorum, zira yapacak bir şey bulamadığımdan geceleri erken yatmaktayım. Ancak sabahları saat 5 gibi uyanırım diyen Mbaye dostun halen uyanmamış olduğunu görmek içimi rahatlatıyor, o kalkmadan yatağımdan kalkmıyorum. Eee adamın sabah namazı kılmak gibi ulvi bir misyonu varken, benim çeviri yapmam ya da okula gitmem ya da şehri görmeye niyetlenmem küçük sebepler gibi görünüyor. Neyse 9-10 gibi kalkıyorum, sabah kahvaltısı yapmıyorum, sadece aşağıdaki pazar-manav karışımı yerden ki bunlar açık tezgahlar ondan pazar gibi diyorum, gidip elma muz gibi meyvalar alıp kahvaltı niyetine onları yiyorum. Bu sabah sadece elma aldım, sordum siz Bulgarlar nasıl diyorsunuz diye, yanlış hatırlamıyorsam yegoba dedi kadın, ben de 1 demeyi biliyorum ya Edno yegoba dedim ona, düzeltti kadın edna diye dişi-erillk mevzusu Bulgarca’da da var o sebeple... Neyse okula gittim yine, Galatasaray’daki gibi burada da en çok vakit geçirdiğim yer kütüphane ama burda kitap okumaktan ziyade internete bağlanmak gibi bir amaç güdüyorum genelde. Senegalli bir dost yeni gelen Makedon kıza ortalığı tanıtırken evet bu da kütüphane sorumlumuz Soner diye espri bile yaptı bu konuda. Bugün turnuvada kısa süreli de olsa aramıza yeni katılan Ukrayna takımını gözlemleme olanağı elde ettim. Bu turnuvaya da iddialı geldikleri belli, takım olarak en iyi düzeydeler diyebilirim ancak oyun düzenleri nasıl olacak onu bilemediğim için şimdiden bir şey söylemem zor. Bunun dışında Kazakistan’lı güzeli Nowitzki’ye benzetebiliriz sanırım, hem boy hem de giyim avantajı kendisinde olduğundan takımını sırtlayabilir. Sanırım görmediğimiz bir Ruslar bir de ev sahibi Bulgaristan kaldı, total olarak iyi bir kupa olacağını söylemek biraz iyimser kaçabilir ama biz Türkler olarak turnuvayı güzelleştirmek için elimizden geleni yapacağız yine de...

Burada genelde müslüman dostlar olduğu için pek içkiler, karı kız muhabbetleri gece dışarı çıkmalar şu an için bize uzak görünüyor, ama Türk kafilesinin geri kalanı aramıza kaıtlınca takım olarak daha iyi hücum edebileceğimizi söyleyebilirim. Haa bu arada artık kaldığım yerde internet bağlantım var çok şükür, çeviri işlerini de istediğim gibi ayarlayabilirim böylece. Turnuvanın başlamasına az bir süre kaldı, Cuma günü Oryantasyon günü/Tanışma Toplantısı tadında bir şey yapılacak. Daha sonra da pazartesiden itibaren dersler başlıyor, o zaman çok vakit bulamayabilirim gezecek belki. Ayrıca havalar da yavaştan soğuyor, o yüzden yarın biraz çeviri yapıp eğer güneşli olursa ki olacağı söyleniyor, dışarıya çıkıp biraz şehir merkezini dolaşabilirim. Ulan çok az Bulgarca biliyorum ve burdaki insanlarla ingilizce konuşmak onlara eziyet etmek gibi bir şey, baktılar olmuyor Bulgarca yavaş yavaş konuşmaya başlıyorlar zaten, ben de anlamış gibi yapıyorum, ne yapayım onları üzmek istemiyorum böyle... Neyse yakında biraz daha öğrenirim herhalde. Şu an itibariyle biraz çeviri yaptım ve işim şimdilik bitti gibi, biraz kitap filan mı okusam artık diye düşünüyorum. Bu arada karnım da acıkmaya başlıyor yaa, bugün yediğim şey bir elma ve bir dilim (ama cidden kocaman bir dilim) pizza, geldiğimden beri çok az yemek yedim, okula gidip gelirken de 20 dakika civarında yürüyorum, bu gidişle zayıflıcam işallah buralarda... Neyse lafı yine uzattım, ben en iyisi takılayım, bakalım yarın şehir merkezini görebilecek miyim?

Sofya 1-2

Sofya’da ikinci gün bitmekte... Bugün yine okula gidildi, biraz duruldu, çeviri yapıldı, sıklıkla sıkıntıdan sigara içildi ve dönüldü. Öğrenci kartı alındı, onunla birlikte Ulaşım Merkezi’ne gidildi, paso alındı... Daha sonra internet için ikinci kez bir yere gidildi, yine becerilemedi, ancak bu kez ne yapılması gerektiği anlaşıldı. Daha sonra Bulgar sim kart için Vivacom’a gidildi, kart alındı blagodarya (teşekkürler) diyip çıkıldı. Temizlik bezi, uzatma kablosu, fincan, bardak, askı gibi şeyler almak için bir dükkana girildi, alındı. Yine yeni yeniden dönerciye gidildi (çünkü Senegalli Mbaye yoldaş acıkmış, patates istedi) ve eve dönüldü. Oda düzenlendi, eşyalar valiz ve çantalardan çıkarılıp 1 yıl boyunca kalacakları yerlere yerleştirildi, ortalık derlendi toparlandı... Duş alındı, yine sigara içildi ve Cezayirli dost ile Saşa dostun yanına gidildi. Oturuldu, konuşuldu... Türkiyeden gelmenin iyi bir şey olduğu anlaşıldı, etraftan saygı toplandı, sorular soruldu, sorulara cevaplar verildi. Sonra dışarı çıkıldı, ucuz ve güzel bir restoranda tavuk kanat ve mantarlı pilav yendi, Cezayirli dostla çok az etrafta yüründü, tekrardan eve dönüldü. Tabi bunların hiçbiri o kadar kolay olmadı! Neredeyse her zaman yanımda olan Mbaye dost buraya geleli 10 gün filan olduğu için ne yapılması gerektiğini, nasıl yapılacağını biliyordu gerçi ama Bulgarca bilmeme gerçeği aşılmaz bir duvar olarak kaldı. Mesela öğrenci kartı; (ki ona çok yerinde olarak karne adı veriliyor, daha sonra resimlerle birlikte onu anlatıcam) ulaşım için ilk adımdı ama asıl mesele tamamı bulgarca olan Paso talep formunu doldurmak oldu. Neyse bir şekilde halledildi. Verilen kartta tabi herşey bulgarca yazıyor, hatta ismim de bulgar alfabesinde haliyle, eğer Ayten okuyorsa vah zavallı çocuk isim çalışıyormuş tepkisini anlamasını diliyorum. Artık Bulgaristan’da adım şöyle yazılıyor: “COHEP CE3EP”. Ne güzel ismim var ama her dilde kolay....

Neyse odaya Övünç dostun film seti için kesilen afişler yapıştırıldı oda biraz benim odam kıvamına geldi. Ama burada biraz odama kapanık bir insan tadında kaldım, Mbaye dost münzevi bir derviş misali, ben de tek başıma diğerleriyle pek kaynaşamadım, dolayısıyla kimse görülmüyor, pek bi ortamlara akılmıyor. Neyse yavaş yavaş olacak gibi bakalım ama bu gencolar biraz inek hamurlu sanki. Okulda öyle bi etrafı gezdirelim diye kütüphaneyi filan gösterdiler, daha resmi açılış bile yapılmadan kızın biri Muhasebe Finans minans kitabı almasın mı, bana bi hassiktir dedirtti açıkçası. Hatta güzel türkçemizde Gökmen Özdenak abimiz’in müthiş nobre tepkisine benzer “Za mnogo godini” (Nice nice Senelere) bile dedirtti vallahi...İkinci gün olmasına rağmen halen şehir merkezine gitmemiş bulunuyorum, yani Sofya nasıl, kızlar güzel mi sorularına verebilecek henüz bir cevabım yok, o yüzden biraz lafı dolandırdım, okuyan varsa kusura bakmasın!

28 Eylül 2010 Salı

Sofya Sofya

Nasıl anlatmalı ki? Neden geldim sorusuyla başlamalı? Peki şimdi n’olacak ve ya sonra gibi sorularla devam etmeli bu yazı. Sofya’ya bu sabah vardım, otobüs tam bir felaketti. Kemalist bir aydın hanım var idi, bunlar Türkiye’nin ayağının altını öpsün dedi bir şeylere istinaden. İşin garibi otobüsteki hemen herkesin Bulgar pasaportu olması, neyse kazasız belasız vardık Sofya’ya. İlk andan itibaren Sofya’ya biraz fazla olduğumu olacağımı hissettim sanki. Sabah erken vardık, yolda uyuyamayınca bir salak oldum. Neyse bi kahve ve içinde muhtemel domuz eti barındıran koca bir dilim pizza ile ilk kahvaltımızı da yaptık, orda hassiktir hakkaten ucuz lan burası desem de gün içerisinde aslında o kadar da ucuz değil sanırıma vardım. Mösyö Galabov iyi sevimli bir adam, yol boyunca bana bildiği ilginç türkçe sözcükleri sıraladı, arada telefona cevap verdi, bulgarca bi ara manyadı filan, velhasıl şehri geçerken önce sanırım burası o kadar da fena değil modern bir yer diye düşünüyordum ki, bulgarcada öğrenci şehri anlamına gelen Studenski Grad’a yani kalacağım bölgeye varınca hassiktir dedim. Harbiden sovyet döneminden kalma eski binalara öğrencileri yerleştirmişler mi atmışlar mı artık bilemiyorum, neyse buranın nasıl menem bir yer olduğunu anlatamıcam, resimlere bakarak en yalın haliyle bir hapishane kıvamında olduğunu anlayabilirsiniz.


Kapı girişimde bir takım öğrenci arkadaşlarımız vardı, bu sene aynı enstitüde olucaz, dünyanın dört bir yanından gelen frankofonlar, ezici çoğunluk kız arada jerkler var, velhasıl bir cins-i latif var ki “iyi ya boşuna gelmemişim en azından” dedirtti bana velhasıl. Dünya kupası gibi sürprizlere gebe olacağının emarelerini gösteren Sofya hayatımın ilk saatleri bu latif bayanın Kazakistan’lı olduğunu öğrenmemle kendisini belli etti. Bu alanda ekol olarak düşündüğüm Litvanya ise adeta gruptan çıkamayacak kadar kötü. Neyse uykusuzluk, başka bi ülke, binlerce insan filan bütün gün gerildim ve oda arkadaşım olan Mbaye adlı Senegalli siyahi dostum dışında kimseyle pek konuşmadım. Kazakistan’ın ardından gruptan çıkacak olan diğer iki ülke Arnavutluk ve Gürcistan olur şimdilik bana kalırsa, tabi daha Ukrayna Hırvatistan Rusya gibi ülkeleri görmedik ki o grup oldukça iddialı. Velhasıl oda arkadaşım Senegalli olunca ve kendisinin iki Senegalli arkadaşı daha olunca burada Senegalin adeta yerel dokusunu hissettim, birkaç aya kalmaz belki Bulgarcayı değil ama Senegalceyi çözerim bu gidişle. Ancak işin özü burada bayağı sıkıntı yaşayacağa benziyorum, yurt diye kaldığımız yer bi garip, odada iki kişi biri saat 10’da yatp 5’te kalkan ve 5 vakit namaz kılan bir Senegalli dost olunca, üstüne üstlük odanın hali hapishaneden hallice olunca bugün yarın geri dönesim var diyebilirim. Mesela yatak diye üzerinde yattığım şey bildiğiniz kayık formatında, yani ben içerisinde yaıytorum, yastığım kürek sertliğinde ve battaniyem de tam bir tente. Oda arkadaşımın yatarken taktığı takkeyi alıp kafama geçirsem hapse düşmüş bir balıkçı olmam işten bile değil sayın izleyiciler. O diil de pencerede resmen perde niyetine battaniye var, hani odada banyo tuvalet olması bir lüks gibi ya her an fare çıkabilir duygusu içerisindeyim. Asansör var ve 4. katta kalıyorum ama asansörler bildiğiniz kamyon kasası, mancınıkla yukarı atsalar daha kolay olur yani o kadar. Kaldığım semt aslında fena değil gibi etrafta kafeler barlar filan var, bi de karşıda kayak ve dans merkezi var (nasıl ikisi aynı yerde bilemiyorum) Mbaye dostum gelir gelmez “Hacı ya gitsek süper olur demi?” diye beni darladı, bu gidişle gdiicez heralde. Sonra mesela enstitü dediğimiz şey de bildiğiniz orman okulu, dağın dibinde Sofya’da filan değil bana kalırsa, bildiğiniz Çatalca gibi bir yerde, bayağı yürüdük (yürümesek de başka bir otobüse binsek oluyordu aslında) sonra da baya bi yol gittik. Gittik dediysem bi 20 kişi filanız bence bu kadar çoğul için başka bir çoğul ek olmalı türkçede mesela. Neyse gittik gördük filan öyle taklımacalı, karşıda hakkaten sanat okulu gibi bişe var, arkada da özel diyebileceğimiz bir üniversite varmış filan... Uzun yazdım ama daha sofya’dan bahsetmedim, çünkü henüz Sofya’yı görmüş değilim ey dostlar...